Offenbach - Frankfurt : S1 S2 S8 89

Her gün sabah genellikle 8 ile 10 arasi bir saatte Offenbach -Frankfurt arasindaki yaptigim metro yolculugumun günlügüdür.






Sunday 28 November 2010

Filozof Ne Demis?

Cuma aksami, yilin ilk soguk günleri, metro kalabalik. Offenbach Kickers, Braunschweig'a karsi oynayacak. Ellerinde bira siseleri, kizli-erkekli bir grup mac öncesinin heyecani ve sevinci icinde... Bunun disinda haftanin yorgunlugu havaya sinmis ama haftasonuna girmenin ferahligi agir havayi hafifletiyor. Derken bir ses duyuluyor kalabalikta: "Filiozof ne demis?" diyor bir kadin sesi. Sol omuzumun üstünden bakiyorum, sesin sahibine dogru: Uzun, ince, güzel bir genc kiz, yanindaki altmis yaslarinda, gözlüklü, göbekli adama dogru egilmis. Hepimiz bekliyoruz, hangi filozof ne demis acaba diyerek...Acaba Heidegger mi bu filozof? Belki de Sartre'dan bir alinti yapacak...Hatirlamasi bu kadar zaman aldigina göre belki de karmasik bir Wittgenstein önermesi mi hatirlamaya calistigi? Fantazinin sonu yok!


"Karanliktan kacmak yerine kücük bir isik yakmali insan!"

Iliskinin entelektüel tarafini temsil eden erkek diger dinleyiciler gibi, hayal kirikligini anlasilmaz bir nidayla gecistirince, haksizliga ugradigini düsünmüs olmali ki israr ediyor:
"Ne diyorsun?"
"Bu isiktan ne anladigimiza bagli..."
"Nasil yani?"
"Lucifer'da isik yakabilir."
"O kim?"
"Seytan!Lucifer, isik getiren demek.!"
"Nerde okudun?"

Sessizlik, caresizlik...
"Canim, bu bilinen birsey!"
"Hadi gel, bir yere oturalim!"
"Her yer dolu, yer bulamayiz!"
"O zaman biz de bir yeri isgal ederiz!"
Son sözü söylemek istemek, böyle birsey olsa gerek:"Sen cok bilgili olabilirsin ama senden güclüyüm!" Dünyanin hala Akbaba karikatürlerinin mantigina göre isliyor olmasi bir teselli olabilir mi?

Tuesday 9 November 2010

Göc- Arkada Birakilan!

Pazartesi sabahi, Frankfurt Havaalani'ndan sehir merkezine dogru giderken hala aklimda o kadinin korku dolu gözleri vardi. Ama bunu anlatmak icin ücbucuk saat öncesine, Istanbul'a dönmem lazim:


Pazartesi sabahi Istanbul-Frankfurt 5:45 ucaginin arka siralarindaki yerime oturdugumda bir yandan geceyarisi uyanip yollara düsmekten, öte yandan da hem fiziksel hem de duygusal olarak yogun gecen iki günün görüntüleri ve izlenimleriyle yorgundum. Kitap fuariyla ve arkadaslarimla gecirdigim iki günün ardindan ve Istanbul'a her gidisimde buruk bir umutla eskiye benzer birseyler arayip bulamadigim Hisar Kahve'nin, Bebek Kahve'nin yeni görüntüleriyle yorgundum. Emirgan, Hisar arasinda kaldirima parkeden arabalar yüzünden bir santim yürünecek yol kalmamasindan ve hizla büyük bir restorana dönüsen Istanbul görüntülerinden yorgundum. Ucakta biraz uyursam o gün idare edebilirim diye oturur oturmaz gözlerimi kapatmistim. Yanimdaki ve arkamdaki koltuklar bostu. "Herhalde böyle gidecegiz" diye düsünürken 15-20 kisi daha ucaga bindi.


Ilk dikkatimi ceken son binenlerin ellerinde üzerinde IOM yazan beyaz naylon torbalarin olmasiydi. Önce belli bir kongreye giden insanlar olduklarini düsündüm ve ayni anda Arapca konustuklarini farkettim. Bir anne ve kizi 14-15 yaslarindaki kizi üclü koltugun yaninda duruyorlardi. Anne kizina, yanimi, orta koltugu isaret etti oturmasi icin. Ama hayir! Istemiyordu, annesi oturdu yanima. Bir aileydi yolculuga cikan. Baba arkamizdaki siraya, diger iki kardes de yanimizdaki siraya oturdular. Görünüslerine bakinca, önce yurtdisina cikan ya da zaten orada yasayip ülkerine gittikleri tatilden dönen bir aile diye düsündüm. Ama az sonra hostesle Ingilizce konustuklarini isittim. Almanya'da yasayan bir aile degildi. Ucak havalanmadan anneyle gülümsedik birbirimize. Bana nereye gittigimi sordu, söyledim. "Siz nereye gidiyorsunuz? dedim. "California" dedi. Ama kizi "Hayir, California degil, Detroit," diye düzeltince anne mahcup mahcup bakti yüzüme:


"Ingilzcem iyi degil, Amerika'yi da bilmiyorum."

"Ilk gidisiniz mi?"

"Evet."


Nedense "tatile mi, is icin mi?" gibi sorulari soramadim. Baska birsey vardi hallerinde. Heyecan, belki hatta bir parca sevinc ama ayni zamanda disari vurulmayan bir burukluk. Daha fazla birsey sormak istemedim.

Kemerimi bagladim ve kalkmak üzere hareket etti ucak. Anne hizlanmamizla birlikte hac cikardi , ellerini yüzüne kapadi ve öne dogru egildi. Kizla gözgöze geldik. Tuhafti bakislari. Sevecenlikten cok umursamazlik vardi gözlerinde. Kadina dogru egildim, koluna dokundum. Ellerini acti, türkce olarak:

"Kork! Kork!" dedi.

"Korkma!" dedim.

Basini iki yana salladi. Agladi aglayacak gibi bakiyordu.

"Hava güzel," dedim, "rüzgar da yok, korkma!"

Kahve servisi basladiginda yüzüne biraz renk gelmisti. Arada karsilikli gülümsüyorduk. Soran gözlerle bakiyordu. Bütün yolculuk boyunca böylece konusmadan anlastik.

Ucak Frankfurt'a havaalanina indiginde, her zamankinden farkli olarak bir anons duyuldu ucakta. Yolcularin ucagi terketmemesi, pasaportlarin hazir bulundurulmasini, Alman Polisi'nin özel olarak ucakta pasaport kontrolu yapacagi söyleniyordu. Pasportlarimiz cikarttik, Irak pasaportu tasiyordu bütün aile. Tedirginlerdi. Ilk kez, onlarin yaninda benim mavi Türk pasaportu polisin hic ilgisini cekmedi. Ucaga en son binen yolcularin pasaportlari ikiser kez gözden gecirildi. O zaman hepsinin elinde olan naylon torbalarin üzerinde IOM (International Organization for Migration) yazisini okudum. Göc ediyordu bütün aile. O "kork, kork" sözlerinin arkasindaki gercek korku, hersey yolundaymis gibi davranirken, birdenbire ucagin kalkmasiyla birlikte belki de arkada birakilanin, bilinmeyene dogru yolculugun korkusu gelip cöreklenmisti gözlerine.

Birlikte ucaktan indik. "Bye" dedi. "Selametle," dedim. "Tesekkür," dedi. Onlar hep birlikte transit yolcu salonuna dogru dönerlerken, son bir kez daha baktim arkalarindan. Kadinin adimlari yorgundu. Cocuklarinin arkasindan bir bilinmeyene dogru yavas yavas uzaklasti.