Offenbach - Frankfurt : S1 S2 S8 89

Her gün sabah genellikle 8 ile 10 arasi bir saatte Offenbach -Frankfurt arasindaki yaptigim metro yolculugumun günlügüdür.






Sunday 12 May 2013

Ne okuyorsunuz?

Saat sabah dokuzbucuk. Sabah kalabaligi dagilmis ama yine de tren tenha degil. Ikiserden karsilikli duran dörtlü koltukta üc kisiyiz. Yanimda oturan kadin basini cama dayamis, uykulu ve ilgisiz gözlerle bakiyor etrafa. Karsimda oturan kadin bacak bacak üzerine atmis. Ben karsisina oturdugum an bile kipirdamadi, istifini bozmadi, öylece oturuyor. Kitap okuyor.  Kapagi renkli, ucuz bir polisiye gibi görünüyor okudugu kitap. Benim elimde 'Tavan Arasindaki Buda' var. Birinci cogul sahista yazilmis, kahramanlari ve bilinen anlamda bir olay örgüsü olmayan lirik bir roman, metin, düzyazi, prosa...Adini koymak zor...Karsimdaki koltugun pencere kenari bos. Az sonra Ostendstrasse de duruyor tren. Berrak, hemen insanin dikkatini ceken ve sahibinin kim oldugunu merak edecegi bir ses dolduruyor sabah uyusuklugundan bir türlü silkinemeyen treni:
'O köse bos...Gecebilir miyim?' Karsimdaki kadin bacaklarini geriye dogru cekiyor. Ben rahatliyorum. Adam tesekkür ederek yerine oturuyor ve hemen soruyor:
'Eeee, neler okuyorsunuz bakalim?'

En fazla kirk yaslarinda görünen gözlüklü bir adam sesin sahibi. 'Iste, ' diye düsünüyorum kendi kendime, 'hayat böyle olmali.Trenlerde yanindakine 'ne okuyorsunuz?' diye sormak dünyanin en normal davranisi olmali!'

Kadin, kitabin kapagini gösterip, baska bir soru sorulmaycagi ümidiyle 'Lehce' diyor kisaca. Adam gülüyor:
'Sahi mi ? Ben de Polonyali sayilirim. Annemle babam nasil tanismislar biliyor musunuz? Ikisi de savas sirasinda Polonya'dan kacip, Frankfurt'a geldiklerinde keman calarken tanismislar.Hatta Polonya'dan ortak bir arkadaslari cikmis bir de! 'Hikayeyi cok seviyor belli ki. Sesindeki nese yayiliyor havaya. Sonra devam ediyor:
"Almanlar...Almanlar neler yapmislar degil mi? Korkunc! '

Karsisindaki uykulu kadina dönüyor bu kez:

'Sen niye öyle hüzünlü hüzünlü bakiyorsun?'
Kadin gülümsüyor, 'uykum var, yorgunum, ' diyor.
'Öyle üzgün bakma. Dünyada neler ouyor? Ben Hessen bölgesinin en iyi ögretmenlerindendim. Sonra psikiatriye yolladilar beni. Orada o kadar cok aci ceken kadin gördüm ki? Basini duvarlara vuruyordu birisi. Kollarima aldim, yarim saat teselli ettim onu! 'Ne istiyorsun, nedir eksik olan,' diye sordum. 'Sevgi!' dedi. '

Bana bakiyor adam. 'En önemli sey, öyle degil mi?' diyor. 'Evet, cok haklisiniz,' diyorum. Bir sonraki duragin adini söylüyor anons. Kalkiyorum, hepsine iyi günler dileyip iniyorum. Iki durak, en fazla bes dakika icinde oldugunu düsünüyorum bütün bunlarin inerken. Bes dakikada bir hayata dokunmusum, ne zamandir ilk defa bir insanin hayatina dokunmusum gibi geliyor. O koltuklarda saglikli oldugu söylenen üc kisinin olagan ama yine de bunaltici iletisimsizligini tek bir dokunusla degistirebilen 'bir hasta!' diyorum kendi kendime. Hareket eden trene bakiyorum, adam el salliyor. Iki kadin bakmiyorlar. Ne bana, ne birbirlerine!




Friday 29 June 2012

Thursday 17 May 2012

Frankfurt-Blockupy



Willy Brand Platz Metro Istasyonu sali aksami saat 20'de ulasima kapatildi.  Carsamba sabahi ise bankalarin genel merkezlerine giden koselerde saat sekiz sularinda polis barikatlari kurulmaya baslanmisti bile.Yine ayni gün,saat on civarinda sekiz aydir Avrupa Merkez Bankasinin önündeki cayirlarlarda yasayan Occupy aktivistleri polis tarafindan teker teker tasinarak alandan cikarildilar. Direnis pasifti. Plastik havuzlar boyayla doldurulmustu, dokunan "yanmiyordu" ama boyaniyordu yani:-)  -
Saat 16'ya dogru yaklasirken  sehir merkezindeki banka subeleri ve gökdelenler coktan bosalmis gökdelenlerin, banka subelerinin önünde yaklasan "isgal" günlerine karsi teller cekme ve ahsap kepenkler cakma gibi hummali bir calisma baslamisti. Cünkü, cünkü, cünkü: Occupy hareketi haftalar önce 16-19 Mayis arasinda gayet anlamli bir sekilde Avrupa'nin Londra ile birlikte en önemli finans metropolü olan Frankfurt'ta meydanlari isgal edip, bankalari bloke edecegini ilan etmisti. Evet, haftalar önceden bu biliniyordu. Ancak kimse Frankfurt Kent Idaresinin 13 Mayis günü hic beklenmedik bir sekilde Blockupy cercevesi icinde planlanan bütün gösteri ve kültür programlarini yasaklamasini beklemiyordu.. Derhal eyalet mahkemesine gidildi. Eyalet mahkemesi ise sadece 19 Mayis Cumartesi günü yapilacak ve 30bin kisinin katilmasi beklenen kapanis mitingi ve 16 Mayis Carsamba günü aksamüstü Rave disinda, önceki karari onayladi. Bunun üzerine Sol Parti ve diger katilimcilar sikayetlerini Anayasa Mahkeme'sine tasidilar. Ama hayir! Anayasa mahkemesi de karari onayladi. Tabii ki bu yasak demokratik kültürün politik hayata egemen oldugu düsünülen Almanya icin bir skandal oldu. Parlamento'dan Sol Parti disinda, ciliz da olsa Yesiller'in siralarindan bir-iki itirazlar geldi, bir avuc muhalif fikirlerini bildirdiler ve Persembe sabahina gelindi.

Ve fakat Persembe sabahi yine de cok güzel basladi. Aktivistler Ana Tren istasyonunda 12 de bulusup, Almanya'da ilk demokratik parlamentonun kuruldugu Paul Kilisesi meydanina dogru yürüyüse gectiler. Oradaki sürpiz ise yasaklamalar kapsaminda konseri iptal edilen Konstantin Wecker'in megafondan Hessel'in "Öfkelenin" kitabindan esinlendigi sarkisini bütün alanla birlikte söylemesi oldu. Sonra müthis bir polis cemberi kuruldu. Alanda kalanlar senlikli gösterilerini sürdürürleken polis cemberinin disinda muhaliflerden olusan adeta baska bir cember kuruldu ve her noktada polislerle gayet sakin sürdürülen konusmalar basladi. Tabii bu bizim gibi bir ülkede büyüyen insanlarin muhayyilesinin almayacagi bir durum:
- Bu yasak sizce de anlamsiz degil mi? Görüyorsunuz iste siddet falan yok, insanlari niye böyle hapsediyorsunuz?
- Evet, siddet olmayan bir gösteri, bence de anlamsiz bu ama mahkeme karari var!
- Eh o zaman cekilin, anlamsizsa!
- Ben de haftasonunu kendime ayirmak isterdim ama iste...Bu konuyu sabaha kadar tartissak bitmez"
- Iyi, o zaman hadi tartisalim!

Ya da:
- Burayi tek bloke eden sizsiniz.
- Ben de üniformami cikartsam sizin gibi olurum...

Ya da: Tahta bacaklari ile 2.5 metreye yaklasan ve sahane bir ses tonuyla polislere, sopasini yukaridan uzatip  "Size okulda anayasa'yi ögretmediler mi?  20.maddenin 8. fikrasi her Alman'in siddet uygulamadigi sürece istedigi zaman istedigi yerde gösteri yapma hakkinin oldugunu söyler! Allahim, ben hangi ülkeye düstüm böyle...." o müthis kadin!:-)

Sonuc olarak A-A-Antikapitalista slogani ile polis cemberi disinda kalan muhaliflerin beklenmedik bir sekilde Römer meydanini da isgal edip cadirlarin kurulmasini sagladiginda saat 17 olmustu ve yasakli oldugu söylenen gösteri 6 saattir sürüyordu. Polisin "gün batimindan" sonra göstericileri cikartmasiyla gösteri Bockenheim Üniversite cevresine tasindi.

Insana umut veren bir gündü. Ama ayni zamanda umutsuzluga da düsüren bir gündü. Ben Occupy hareketinin dogrudan katilimcisi olmasa da sirf bu last minute gösteri yasagini protesto etmek icin daha fazla insanin orada olmasini beklerdim. Gördügüm 1968'i andiran ve aslinda yükünü ögrencilerin tasidigi bir hareketti. Mesela Attac, Baris Hareketi, Antifa disinda sendiklarin, Yesillerin ve muhaliflerin de orada olmasini beklerdim. Ama maalesef yoklardi.
Bakalim yarin ne gösterecek?      

Friday 4 May 2012

Bir Ciglik

Sabah kahvalti ederken okudum: Munch'un Ciglik'i 120 milyon dolara satilmis. Alici gizli. Tablonun kaynagi acik degil. Nazi Almanya'sindan kacmak zorunda kalan banker Hugo Simon'un kolleksiyonundaki eksik parcalardan birisi de Munch'un bu Ciglik adli tablosu. Belki de yok pahasina satilmak zorunda kaldi o zaman. 120 milyon dolar. Ahlak. Siradisi olanin parayla evcillesmesi. Belki de 120 milyon dolari ödemek o tabloya sahip olmaktan daha önemli alici icin. Alici gizli. Üstelik Tablonun kaynagi da belisiz.Bipolar Munch. Ölüm korkusu ile hayat korkusu yanyana. Dünyanin en pahali depresyonu. Dört kopyadan ilkinin yapilis yili 1895. Yeni yüzyila, yirminci yüzyila Kuzey'de atilan bir ciglikla girmisiz. Oysa Rönesans'tan Mona Lisa'nin gülümsemesi ile cikmistik. Metrodayim. Saat 8:54. Böyle ayni agacin dallari arasinda kendi kendine oyalaniyor zihnim. Mona Lisa'nin gülümsemesi ile insem artik yere. Yanim bos. Karsi caprazimda birisi oturuyor. Ledermuseum duragi. Bir adam ve oglu yaklasiyorlar. Adam Türkce "otur" diyor cocuga. Cocuk düzenli olarak sallaniyor. Sanki 12 yasindaymis gibi. Sürekli sol omuzuma dogru egilip carpiyor. Caprazdaki adam kalkti. Baba onun yerine gecti. Cocuk sallaniyor. Karsimdaki koltuk bos. Insanlar tam oturacak gibi olurken durumu görüp vazgeciyorlar. Babanin basi önünde. Dudaklari kipiriyor. Dua ediyor. Yün bir yelek giymis, el örgüsü, örnekli. Iki ters, bir yüz, sonra atla, tekrar ters... Bu yelekleri tek giyen  bizim ülkenin insanlari gibi geliyor bana. Cocuk sol omuzuma carpiyor. Kalkamiyorum. Babanin üzülmesinden korkuyorum. Baba  dua ediyor, daha iki durak daha var inmeme. Ama olmuyor, inmem gereken duraktan bir önceki durakta, inecekmis gibi  kalkiyorum. O ciglik hala sessiz, dualar sessiz, arkaya dogru ilerliyorum.

Saturday 4 February 2012

Acik Gaste!


Sabah panjurlar donup yapismis.
Cöp kutularinda cöpler donmus.
Bisikletlerin kilitleri donmus.
Trenlerin kapilari donmus.
Eksi yirmi derece.
Raylar da donmus ve her güzergahta gecikme var. Bekliyoruz. Eldivenimi cikartmadan cantamdan independent olmayan MP3 Player'imi cikartiyorum. Az sonra artik her sabah güne baslarken heyecanla bekledigim sinyali duyacagim. Hergün hemen podcast'i yüklenen ve benim gibi o saatte radyonun basinda olamayanlarin  gecikmeyle de olsa dinleyebildikleri Acik Gaste! programinin sinyal müzigini duyacagim ve ardindan Saatli Maarif Takvimi'nden o güne ya da mevsime dair bilgileri, tarihte o gün neler olup bittigini günün yemeklerini okuyacaklar Ömer Madra ve Mahir Ilgaz. Ve ardindan bütün ekip "Günaydin" diyecekler.

Memleket ne kadar yakin, ne kadar uzak!




      




Wednesday 7 December 2011

Radyo'dan Emek Sinemasi'na On Dakikalik bir Zihin Yolculugu

Ledermuseum duraginda metro duruyor. Büyük bir reklam panosu. Fotograf siyah beyaz. Kir sacli, gülümseyen, gecelikli-pijamali bir cift ellerinde kahveleri ile yatakta sohbet ediyorlar. "Ciftlerin birbirleriyle günlük konusma süreleri 10 dakika" yaziyor fotografin üst kisminda. altinda ise "radyo dinlerseniz birbirinze söyleyecek daha cok seyiniz olur" diyerek Hessen Radyo'sunun reklami yapiliyor. Dokunakli ve insanin icini rahatlatan bir sey fotografta. Bir sahicilik de var. Ve aslinda bir cesaret de var. Ve aslinda bir pazarlama stratejisi de var: Cünkü nüfusun yasli oldugu bir ülke Almanya. Bu reklam genc insanlari Youtube, Twitter, Facebook ücgeninden cikartip bir radyonun basina oturtmanin imkansizliginin itirafi sanki. "Biz belki de kitap okuyup, radyo dinleyen son kusagiz," diye düsünüyorum. Kendini ifade etmenin dayanilmaz hafifleticiligi ile bir kayitsiz, sartsiz kendini ifade orjisine dönüsen Twitter'in, Facebook'un basindan kimi kaldirip radyonun basina oturtabilir ki insan?

Sonra "Emek sinemasi gelecek kusaklara, cocuklarimiza birakmaliyiz" diye birseyler okudugum aklima geliyor. Gercekten bu cocuklar radyo dinlemek bir yana, sinemaya gidecekler mi? Neden "bu bizim icin önemli" demek, simdi, burada muhalefet etmek ve bu haliyle muhatap alinmayi talep etmek yetmiyor? Neden haklarinda pek az sey bilebildigimiz gelecek kusaklar bir emniyet subabi olarak sunulmak zorunda? Türkiye'deki aydin ya da alternatif muhalefet ile iktidari birbirine baglayabilecek tek ortak zemin olabildigi icin mi? Baska ortak, yani ortak ahlaki bir zemin yaratmanin olanaksizligi mi? "Benim orada gencligim, anilarim var," diyerek, iktidardan "anlayis" bekleyen kirgin muhalefetin ya da "kamu maliyla böyle birsey yapamazsiniz," diyen rasyonel ve kizgin muhalefetin sigindigi son ahlaki liman mi "gelecek kusaklar"?

Gelecek kusaklar, siz ne diyorsunuz Emek Sinemasi icin?

Tuesday 9 August 2011

And Sympathy is what we need my friend...

Uzun bir is günüydü. Aksam üzerine dogru telefonlarda konusmalar artinca, mp3-player'imi - maalesef independent bir mp3 player degil benimki - cikardim. Rastgele bastim, sesi yükselttim:

http://www.youtube.com/watch?v=9IaOtSibgnw

Ne kadar uzun zamandir dinlememisim bu sarkiyi. Sarkinin daha ilk dizesinde sanki birdenbire yaptigim herseyin, aslinda her gecen gün bana daha da gercek disi görünen is hayati gercekliginin üzerinden kayar gibi gecerek bambaska bir dünyaya girmis gibi oldum. Bu sarkiyi ilk kez okul arkadasim Songül'den dinlemistim. Ilkokul bitirme sinavlarinda Müzik dersinden bu sarkiyi söyleyerek gecmisti. Ben "Hersey Bitmistir Artik" sarkisini söylemistim. Sonra benim defterlerimin birisinin en arkasina israrlarima dayanamyip Symphaty'nin sözlerini duydugu gibi yazmisti Songül - van layuklam diye baslayarak -. Sonraki yillarda biraz Ingilizce ögrenince ne kadar gülmüstük birlikte o defterdeki sözlere. Symphaty'i Rare Birds'den orjinal haliyle ne zaman ilk kez dinledim hatirlamiyorum. Ama uzun süre bu sarkiyi nedense Three Dogs Night grubunun söyledigine inanmistim galiba.

Sarki bitti, tekrar dügmeye bastim, tekrar dinledim.

Aksam 19:33 metrosu doluydu, eski metrolardan, havalandirmasi yok. Metro gözüme birdenbire kardan sonra talas dökülen soguk bir sinif gibi göründü. Tekrar Marillon'un Symphaty'sine bastim. Baska bir dünyaya girmeyi bekledim. Olmadi, "bekleyince olmuyor," demek diye düsündüm. Songül nerelerdeydi acaba? Kac kere ulasmaya calisip ulasamadim. "Belki, o da bir gün en beklenmedik bir anda Sympathy gibi cikar karsima,"
diye düsünerek basimi kaldirdigimda, Marktplatz'daydik. Indim.


Sunday 31 July 2011

Soguk!

Iki aydir soguk. Daha dogru dürüst yazliklari cikarmadan agustos ayina geldik. Sadece yagmur degil bu yaz insani bezdiren, hava da soguk. Cuma aksami bir kafede disarida otururken daha aksam yedi sularinda hava o kadar serinledi ki, garsonlar müsteilere battaniye dagittilar. Hicbir bitki dogru dürüst büyümedi bu yaz. Lavantalarin cicekleri tam renklerine kavusamadan kahverengimsi bir renk aldilar. Benim Kas feslegenleri canli ama cicek acmaya hic yanasmiyorlar. Almanya karanfilleri acti ama acar acmaz yagmurla karsilastiklari icin actiklarina bin pisman gibiler. Kas karanfilinde bi-polar bir durum gözlüyorum. Bir yandan büyüyor ama tomurcuk yok. Insanlar da öyle görünüyor gözüme sabahlari. Ne giyecegini sasirip evden apar topar cikmis gibiler hepsi. Pardesü ama acik ayakkabi, mini etek ama hirka...Dört genc dikkatimi cekiyor. Dördü de ayakta. Sevimli görünüyorlar, düzenli spor yaptiklari besbelli. Hararetli bir konusma icerisinder, heyecanli heyecanli birbirlerine birseyler anlatiyorlar sessiz sedasiz bir sabah metrosunda... Ne kadar güzel kullaniyorlar ellerini, yüzlerini ve besbelli ki icine dogduklari ama hic duymadiklari dillerini. Gülümsüyorlar, sik sik da hep birlikte gülüyorlar, sessiz ama kahkahalarla güldüklarini anlamamak mümkün degil. Hislerim karisik. Bir yanda bezgin bir kompartman dolusu insan, diger yanda ise "herseye ragmen" birbirleriyle iletisimleri, daha da önemlisi iletisim istekleri soguk kompartmanin orta yerinde bir kiraz agaci gibi etrafa gülümseyen dört genc insan. Her iki grup da bu topraklardan. Anlamak mümkün degil!

Durak Ostendstrasse: Iri yari, ciddi görünüslü iki güvenlik görevlisi biniyor ön kapidan. Biletleri kontol edecekler. Hemen arkalarindan eski dogu bloku ülkelerinin Avrupa Toplulugu'na girdikten sonra acilan sinirlardan zengin ülkelere üc aylik vize ile gelen/getirilen bir dilenci biniyor. Koltuk degnekleri var, basini dik tutamiyor, vucudu bir yana dogru yatmis. Iki kontrolör önde, o arkada koltuklarin arasindan ilerliyorlar. Cantalarini abonmanlarini göstermek üzere zaten acmis olan yolculardan bir tanesi bile bes kurus vermiyor dilenciye. Önümdeki tuhaf insanlik belgeseline baka kaliyorum. Sanki hayatin disinda bir yerdeyiz: Dört genc sessiz kahkahlariyla konusmaya devam ediyorlar. Iri yari iki kontrolör, arkalarinda her adimi bir iskence olan dilenciyle ilerliyorlar. Tek istegim, görev bilincinin ne kadar yüksek oldugunu bildigimiz Alman memurlarin birden dönüp dilenciye biletini sormamalari. Gercekten de sormuylar, farkinda olduklari halde, onu görmüyormus gibi davraniyorlar. Ahmet Hasim'in Frankfurt Seyahatnamesi' nde anlattiklari aklima geliyor ister istemez: Dogu'nun ve Bati'nin dilencileri ve onlara o ülke insanlarinin bakisi hakkindaki gözlemlerini düsünüyorum. Hala ne kadar gercek söyledikleri:

"Frankfurt caddelerinde en cok garibime giden insan dilencisi olmustur. Bu dilenci, temiz gömlek ve yakasi. Lekesiz elbisesi,ütülenmis beyaz mendiliyle iyi bir kahvaltidan sonra sigarasini yakarak sabahin neseli kalabaligi icinde isine giden herhangi birefendiye benzar.Yakin veya uzak bütün sark memleketlerinde böyle bir kilikla gelipgecenlerin merhametine el uzatmak cesaretini gösterecek herifintoplayacagi hava ve yiyecegi dayaktir. Merhametli hanim veya efendi,sadakaya muhtac adamin kendisine bu kadar benzer olusuna tahammül edemez: kalbinin heyecan mekanizmasi harekete gecmek icin dilenciden, korkunc bir Lon Chaney makyaji ve tüyler ürpertici bir sahnetertibati ister.Sark estetgine göre dilencinin gözü olmamali. Göz yerinde patlamisiki beyaz zar olacak ve onlardan parcalanmis yanaklara dogru birtakim et parcalari sarkacak! Dilencinin agzi ve disleri olmamali. Agiz yerinde dipsiz bir ucurumun karanliklari siritacak ve dis etlerine gelisi güzel saplanmis birtakim kemik parcalari olacak. El ayak yerinde demir cengeller sangirdayacak ve yahut karisik tahtalarctikirdayacak. Dilenci icin kiyafet: Yazin onu buram buram terletecek, yagli paramparcak kalin bir hirka, kisin ise icinde titreyecegi hertarafi delik desik siyah bir pacavra gömelk! Agustos günesi altindakani ter halinde, damla damla topraga akmayan ve kis poyrazlarinda donmak üzere olmayan bir dilenciye sadaka verilir mi hic? Hind'in, Magrib'in, Buhara ve Semerkant'in müdhis dilncileri buitibarla ne büyük artislerdir. Halbuki su yakali ve kravatli almandilencileri…Bir gün bir Alman'a sordum:-Bunlara nasil aciyabiliyorsunuz?-Mecbur olmadan el uzatacak bir Alman tasavvur edemeyiz. Onun icin dilenen bir Alman, bizi kendine acindirmak icin fazla yalana vezillete düsmeye muhtac degildir. Bu bir hususi ahlak meselesi. Fakat ise bir de akil zaviyesinden bakalim: Dilenen bir insan ne kadar alelade bir insana benzerse, bana o kadar yakindir; o nisbette kolay derdini duyar, eksigini anlarim. Fakat her ne surette olursa olsun insan seklinden cikmis bir mahluk benim cinsimden degildir. Ona aciyamam! Sark merhameti mantiksizdir. Kizardim.Uydurma bir cevap verdim:-Biz dilenciye acimayiz, ondan korkariz. Bu korku dilencinin cirkinligi nispetinde artar. Cirkinligin bir takim tehlikeli kudretler tasidigina inaniriz. Bütün Afrika, Amerika, cin ve Hint ilahlari cirkin degil mi? Bize en cok hasyet ve nefret veren dilenciye uzattigimiz para bir sadaka degil, fakat korku sanatkarina takdim edilmis naciz bir mükafattir. Sark, artist milletlerin vatanidir."

.Ahmet Hasim, 1933, Frankfurt Seyahatnamesi

Tuesday 26 April 2011

Paskalya Pazartesi

Paskalya Tatili'nin dördüncü ve son günü, sabah 6:26 metrosuna yetismem lazim ki merkez istasyondan Köln'e giden 7:13 trenini yakalayabileyim. "Bombostur herhalde bugün metro," diye düsünüyorum evden cikarken: Belki bugün nöbetci olarak calisacak birkac kisi vardir sadece. Fakat metro merdivenlerini iner inmez ne kadar yanildigimi anliyorum. Önce üc tane junkie ilisiyor gözüme. Bir banka oturmuslar. Hemen birkac metre ötede bir polis. Iri yari. Az ileride ücer-dörder kisilik gruplar halinde cakirkeyif ya da düpedüz sarhos gencler. Havalanina giden iki hostes, Lufthansa üniformalari.

Hep birlikte biniyoruz. Polis önümdeki dörtlü koltuklardan birine oturuyor. Iki grup genc biraz daha ileride. Gürültülü bir sekilde konusuyorlar. Yan koltukta oturan Hintli kadin ayakkabilarini cikartip ayaklarini karsidaki koltuga uzatip, gözlerini kapatiyor. Karsimda oturan kiz gazete okuyor. Ben kararsizim, müzik mi dinlesem yoksa kitap mi okusam, yoksa surada huzur icinde bos bos otursam mi? Kitapta karar kiliyorum. Bozkir Kurdu. Ikinci defa okuyorum. Ilk okudugumda otuz yaslarindaydim. Simdi Harry Haller 'in yasina daha cok yaklastim. Fakat bir tuhaflik var, cünkü kitabi ilk okuyusumda nedense Harry Haller aslinda oldugundan daha genc gelmisti bana, ya da aklimda öyle kalmis. Ya da aslinda gercekten öyle gelmis olabilir, cünkü okuyucu olarak istese de istemese de roman figürlerinde kendini arar cogu zaman insan. Isin tuhafi da bir sekilde bulur. Aslinda o zaman da, simdi de beni hayrete düsüren sey bu romanin, sevgisizlige - ya da sevememeye - ve uzakliga, sicaklik ve yakinliga ayni mesafede durmasina ragmen milyonlarca okuyucuya ulasmis olmasi. Yani cogunlugun mahkum edildigi bir romanin aslinda "cogunluk" olmasi cok ihtimal dahilinde olan bir cevrede kutsanabilmesi. Acaba kendisinden, hayatindan düpedüz memnun olan insanlar neler düsünürler Harry Haller hakkinda? Cok bilmek isterdim.

Polis nedense gizli bir odak noktasi gibi metroda. Iki durak sonra dördü kiz, ikisi erkek alti genc biniyorlar. Uzakdogulular. Kizlar dekolteyi asmislar. Sortlar ve cizmeler, sabah soguguna aldirmayan kolsuz bluzlarla koridoru boydan boya geciyorlar. Erkek gruplari dönüp tekrar bakiyorlar. Iclerinden bir tanesi arkalarindan giden erkek arkadaslarini durduruyor: "Kiz arkadaslarin mi?" "Evet," diyip yürüyor cocuk. Polis ilgilenmiyor.

Üc durak daha gidiyoruz. Frankfurt'un sehir merkezi. Kalabalik ve sarhos gruplar biniyor yine. "Aslinda ben insanlari seviyorum, ama polislerden nefret ediyorum," diyor siyah bir genc polisin bir metre ötesinde, yüzü polise degil, kapiya dönük. Ama söylediklarinin duyuldugundan emin. Polis tepkisiz. Bu sefer yanina geliyor ve:
"Ne yapayim ha, söylesene! Bu toplumdan hic hoslanmiyorum!"
"Gidip evinize iyi bir uyku cekin!" diyor polis sarhos gence. Sinirleri alinmis gibi adamin. Provakasyona sifir prim.

Iki durak sonra iniyorum, uzun zamandir bu kadar eglenceli bir yolculuk yapmamistim. Köln treni Peron 19'da bekliyor. Bos bir kompartmana oturup hareket saatini bekliyorum.

Sunday 6 March 2011

Frankfurt: Aksam 19:30

Zaman zaman Bati'dan esen dondurucu rüzara ragmen, baharin kokusu gelir gib oldu son günlerde. Persembe aksami isten cikip merkezdeki Haupwache Metro duragina yürürken biraz daha iliklasirsa $urup gibi olacak $u hava diye düsünüyordum ki kulagima eski bir kasetcalardan yayilirmis gibi gelen, cok tanidik bir melodi calindi. Adimlarimi hizlandirdim: "El Pueblo, Unido" sesleri arasinda kadinli erkekli cocuklu bir grup, aksam karanliginda "Özgürlük" pankartinin arkasinda toplanmislardi. Sayilari fazla degildi ve bir parca da daginik duruyorlardi. Misir ya da Libya'li olduklarini düsündüm önce, ama duruslarindaki cekingenligi bir parca da kirikligi farketmem pek zaman almadi. Iranlilardi. Bir iki dakika yanlarinda durdum. Sonra kendimi oyuna girmek isteyen bir cocuk gibi hissedip biraz uzaklastim. Sonra tekrar gelip bir parca daha yanlarinda durdum. Bir kadin gülümseyip, Farsca birsey söyledi. Almanca olarak Türk oldugumu söyledim ve ne diyecegimi bilemedigim icin de bir-iki dakika sonra "Tschüss" deyip ayrildim. Neler söylemek isterdim diye düsündüm metroda ama bir türlü dile dökemedim. Birkac ay önce gece yarisi ikide taksiyle eve dönerken Iran'li taksi söförü ile Islam devrimi sirasinda ülkeye dönen Komünist Partililer'le baslayip, Türkiye'deki Anayasa oylamasinda kadar uzanan ve nihayet taksi söförünün Türkiye üzerinden Dogu Almanya'ya kacisi, oradan Bati'ya gecince ajan suclamasi ile yargilanisini anlatmasiyla biten, biyografilerimizin gelip dayandigi durum itibariyle absürd ama sürdürülüsü itibariyle inanilmaz acik ve samimi olan onbes dakikalik sohbet geldi aklima. Ne kadar kolay ve acik gerceklesen bir iletisimdi. Nasil olup da insan bazen kendi türünü gece yarisi ikide, apayri bir cografyada ve apayri sartlarda hemen taniyabiliyor?

Acaba o taksi söförü de o insanlarin arasinda miydi? Belki de oradaydi.

Metrodan indim. Ana caddede yürürken birden sisko bir kedi geciverdi önümden. Göz acip kapayincaya kadar, vizir vizir arabalarin arasindan, boynunda cingirakli tasmasi kosup bir duvarin üzerinden bir apartmanin avlusuna atlayip gözden kayboluverdi. Bakakaldim arkasindan. "Bu aksam hersey bir baska sanki, havadan mi acaba , belki da bir cemre daha düsmüstür bugün" diyerek gülümsedim icimden. Gercekten güzel bir aksamdi. Beklenmeyen seylerin, beklenmeyen bir anda karsima cikiverdigi bir aksamdi. Gecmisten gelen bir melodonin, yildirim hiziyla önümden gecen kediyle birlikte gecmisten, hemen simdiye baglaniverdigi güzel bir ilk ilk ilk ilkbahar aksami.

Thursday 6 January 2011

Esofman: Korkulu Rüyam

Dün cok soguktu. Sifirin altinda kac dereceydi bilmiyorum ama, insanin evin kapisindan adimini atar atmaz, yüzüne carpan soguk rüzgarla birlikte ciglik cigliga bagirmak isteyecegi kadar soguktu. Yani en azindan ben, bagirarak geri, iceri kacmak istedim. Ama caresiz ciktim yola tabii ki! Metroya kadar buzlardan atlaya atlaya yürüdügüm on dakikalik yolun sonuna gelip de, yaklasan metronun sesini duydugum icin kosa kosa istasyon merdivenlerini inip, kapi kapanmadan, son yolcu olarak kendimi iceri, sicaga atabildigimde nerdeyse mutluydum. Kendimi bos buldugum ilk koltuga atip bir iki dakika gözlerimi kapayip, sicagin yüzüme yerlesmesini bekledikten sonra gördüm ikisini. Birisi sag taraftaki kapinin yaninda, digeri ise sol taraftaki kapinin yaninda duruyordu.

Sag taraftaki koltuk degnekleri ile arkasina yaslanmis ve arkadasiyla tatli bir sohbete dalmis gibi görünen uzun boylu ve incecik görünen genc kizin jeans pantalonun bir parcasi kasigina kadar toplanmisti. Cünkü bir bacagi yoktu kizin: Olan bacaginda ise dizine kadar yükselen parlak bir cizme görünüyordu. Cizmenin topugu en az 8 santimdi ve arkadasiyla konusurken tatli tatli gülümsüyordu. Bilemiyorum, belki simdilik protez bir bacak kullanmiyordu ama durumunu, varolan tek bacagina o cizmeyi giyecek kadar iyimserlikle karsilayabilen bu gencecik kizin karsisinda hayranlik duymamam mümkün degildi: Soguk ve karanlik bir kis gününün
sabahinda karsilastigim bu mucizeye hayranlik duymamam mümkün degildi.

Sonra gözlerim diger kapinin önünde duran kiza kaydi. O ise bu sabah mucizesinin yaninda esofman giymisti. "Tabii olabilir, neden olmasin," diye gecistirebilirdim bu durumu, hatta dikkat bile etmeyebilirdim, eger ki hayatimin cesitli evrelerinde ortaya cikan esofman travmam(!) olmasiydi. Mesela doksanli yillarda Bebek, Emirgan arasinda esofmanlariyla dolasan kadin travmam(!) olmasaydi. Neydi o hakikaten? Modernlik mi? Rahatlik mi? Suni bir kendine güven tescili mi? Tabii o yillar henüz bos vakitlerin alisversle gecirildigi yillar degildi, marka yillari degildi. Ve bir esofman giyinme alip yürümüstü. En tuhafi da o esofmanlarin yaninda bir de kücük, ne ise yaradigini hic anlamadigim cantalarin tasinmasiydi. Bu kadinlar alisverise mi cikmisti, spor mu yapiyorlardi, arkadaslariyla söyle rahat rahat dolasmaya miy cikmislardi hic anlayamadim. Ama o esofmanlarin üstünde, en az o kücük, üstü yuvarlak kücük cantalari kadar
alakasiz duran makyajli yüzlerdeki anlamsizlik, bosluk ve "istedigim gibi gezerim" halinin Özal'li yillarin birikiminin patlamasi olarak gördügümü biliyorum.

Bir baska esofman travmam ise 70'li yillara kadar gidiyor. Beden egitimi derslerinde bir örnek giydigimiz lacivert, kollarinda ve bacaklarinda beyaz cizgiler olan esofmanlar. Belki o esofmanlara katlanabilirdim, eger ki o takla, kasa ve amuda kalkma üclüsünün her cocuga dayatilmasi olmasaydi. Bir türlü atlayamadigim o kasa rüyalarima girerdi. Önce o kahverengi nesneye dakikalarca uzaktan bakip, nedense okulun hep en huysuz ögretmeni olan kadina "hayir, ben yapamiyorum," deme cesaretini bulamayip, yapamayacagimi bile bile kasaya dogru kosup, sonunda da dimdik yükselen bir dagin önüne gelivermisim gibi zink diye önünde kalakaldigim o kasa! Etesi günün 3. dersinin, Beden Egitimi dersinin, carsamba aksamlarimi kabusa degilse de, tarifi imkansiz ince bir huzursuzluga cevirdigi o kasa!

Hala okullarda bütün cocuklari o kasadan atlatmaya calisiyorlar midir acaba? O kadinlar o esofmanlarina Swarovski taslari taktirmislar midir? Bütün bunlarin toplanip, hafizanin terkedilmis bir kösesinde derin bir uykuya yatarmis gibi yapip, sonra da, soguk bir kis sabahi karsilasilan o müthis mucizeye ragmen kalkip zip zip ziplamaya baslamalari da hayat ve hafizanin essiz mucizelerinden biri olabilir mi?

Hauptwache!

Sunday 28 November 2010

Filozof Ne Demis?

Cuma aksami, yilin ilk soguk günleri, metro kalabalik. Offenbach Kickers, Braunschweig'a karsi oynayacak. Ellerinde bira siseleri, kizli-erkekli bir grup mac öncesinin heyecani ve sevinci icinde... Bunun disinda haftanin yorgunlugu havaya sinmis ama haftasonuna girmenin ferahligi agir havayi hafifletiyor. Derken bir ses duyuluyor kalabalikta: "Filiozof ne demis?" diyor bir kadin sesi. Sol omuzumun üstünden bakiyorum, sesin sahibine dogru: Uzun, ince, güzel bir genc kiz, yanindaki altmis yaslarinda, gözlüklü, göbekli adama dogru egilmis. Hepimiz bekliyoruz, hangi filozof ne demis acaba diyerek...Acaba Heidegger mi bu filozof? Belki de Sartre'dan bir alinti yapacak...Hatirlamasi bu kadar zaman aldigina göre belki de karmasik bir Wittgenstein önermesi mi hatirlamaya calistigi? Fantazinin sonu yok!


"Karanliktan kacmak yerine kücük bir isik yakmali insan!"

Iliskinin entelektüel tarafini temsil eden erkek diger dinleyiciler gibi, hayal kirikligini anlasilmaz bir nidayla gecistirince, haksizliga ugradigini düsünmüs olmali ki israr ediyor:
"Ne diyorsun?"
"Bu isiktan ne anladigimiza bagli..."
"Nasil yani?"
"Lucifer'da isik yakabilir."
"O kim?"
"Seytan!Lucifer, isik getiren demek.!"
"Nerde okudun?"

Sessizlik, caresizlik...
"Canim, bu bilinen birsey!"
"Hadi gel, bir yere oturalim!"
"Her yer dolu, yer bulamayiz!"
"O zaman biz de bir yeri isgal ederiz!"
Son sözü söylemek istemek, böyle birsey olsa gerek:"Sen cok bilgili olabilirsin ama senden güclüyüm!" Dünyanin hala Akbaba karikatürlerinin mantigina göre isliyor olmasi bir teselli olabilir mi?

Tuesday 9 November 2010

Göc- Arkada Birakilan!

Pazartesi sabahi, Frankfurt Havaalani'ndan sehir merkezine dogru giderken hala aklimda o kadinin korku dolu gözleri vardi. Ama bunu anlatmak icin ücbucuk saat öncesine, Istanbul'a dönmem lazim:


Pazartesi sabahi Istanbul-Frankfurt 5:45 ucaginin arka siralarindaki yerime oturdugumda bir yandan geceyarisi uyanip yollara düsmekten, öte yandan da hem fiziksel hem de duygusal olarak yogun gecen iki günün görüntüleri ve izlenimleriyle yorgundum. Kitap fuariyla ve arkadaslarimla gecirdigim iki günün ardindan ve Istanbul'a her gidisimde buruk bir umutla eskiye benzer birseyler arayip bulamadigim Hisar Kahve'nin, Bebek Kahve'nin yeni görüntüleriyle yorgundum. Emirgan, Hisar arasinda kaldirima parkeden arabalar yüzünden bir santim yürünecek yol kalmamasindan ve hizla büyük bir restorana dönüsen Istanbul görüntülerinden yorgundum. Ucakta biraz uyursam o gün idare edebilirim diye oturur oturmaz gözlerimi kapatmistim. Yanimdaki ve arkamdaki koltuklar bostu. "Herhalde böyle gidecegiz" diye düsünürken 15-20 kisi daha ucaga bindi.


Ilk dikkatimi ceken son binenlerin ellerinde üzerinde IOM yazan beyaz naylon torbalarin olmasiydi. Önce belli bir kongreye giden insanlar olduklarini düsündüm ve ayni anda Arapca konustuklarini farkettim. Bir anne ve kizi 14-15 yaslarindaki kizi üclü koltugun yaninda duruyorlardi. Anne kizina, yanimi, orta koltugu isaret etti oturmasi icin. Ama hayir! Istemiyordu, annesi oturdu yanima. Bir aileydi yolculuga cikan. Baba arkamizdaki siraya, diger iki kardes de yanimizdaki siraya oturdular. Görünüslerine bakinca, önce yurtdisina cikan ya da zaten orada yasayip ülkerine gittikleri tatilden dönen bir aile diye düsündüm. Ama az sonra hostesle Ingilizce konustuklarini isittim. Almanya'da yasayan bir aile degildi. Ucak havalanmadan anneyle gülümsedik birbirimize. Bana nereye gittigimi sordu, söyledim. "Siz nereye gidiyorsunuz? dedim. "California" dedi. Ama kizi "Hayir, California degil, Detroit," diye düzeltince anne mahcup mahcup bakti yüzüme:


"Ingilzcem iyi degil, Amerika'yi da bilmiyorum."

"Ilk gidisiniz mi?"

"Evet."


Nedense "tatile mi, is icin mi?" gibi sorulari soramadim. Baska birsey vardi hallerinde. Heyecan, belki hatta bir parca sevinc ama ayni zamanda disari vurulmayan bir burukluk. Daha fazla birsey sormak istemedim.

Kemerimi bagladim ve kalkmak üzere hareket etti ucak. Anne hizlanmamizla birlikte hac cikardi , ellerini yüzüne kapadi ve öne dogru egildi. Kizla gözgöze geldik. Tuhafti bakislari. Sevecenlikten cok umursamazlik vardi gözlerinde. Kadina dogru egildim, koluna dokundum. Ellerini acti, türkce olarak:

"Kork! Kork!" dedi.

"Korkma!" dedim.

Basini iki yana salladi. Agladi aglayacak gibi bakiyordu.

"Hava güzel," dedim, "rüzgar da yok, korkma!"

Kahve servisi basladiginda yüzüne biraz renk gelmisti. Arada karsilikli gülümsüyorduk. Soran gözlerle bakiyordu. Bütün yolculuk boyunca böylece konusmadan anlastik.

Ucak Frankfurt'a havaalanina indiginde, her zamankinden farkli olarak bir anons duyuldu ucakta. Yolcularin ucagi terketmemesi, pasaportlarin hazir bulundurulmasini, Alman Polisi'nin özel olarak ucakta pasaport kontrolu yapacagi söyleniyordu. Pasportlarimiz cikarttik, Irak pasaportu tasiyordu bütün aile. Tedirginlerdi. Ilk kez, onlarin yaninda benim mavi Türk pasaportu polisin hic ilgisini cekmedi. Ucaga en son binen yolcularin pasaportlari ikiser kez gözden gecirildi. O zaman hepsinin elinde olan naylon torbalarin üzerinde IOM (International Organization for Migration) yazisini okudum. Göc ediyordu bütün aile. O "kork, kork" sözlerinin arkasindaki gercek korku, hersey yolundaymis gibi davranirken, birdenbire ucagin kalkmasiyla birlikte belki de arkada birakilanin, bilinmeyene dogru yolculugun korkusu gelip cöreklenmisti gözlerine.

Birlikte ucaktan indik. "Bye" dedi. "Selametle," dedim. "Tesekkür," dedi. Onlar hep birlikte transit yolcu salonuna dogru dönerlerken, son bir kez daha baktim arkalarindan. Kadinin adimlari yorgundu. Cocuklarinin arkasindan bir bilinmeyene dogru yavas yavas uzaklasti.


Monday 18 October 2010

Moda!

Kadife pantalonlari, blucinleri, sirt cantalari, botlari ve bisikletleriyle vagonu doldurdular bugün. Kadinlarin saclari beyazdi: ya cok kisa keslimisti ya da gevsek bir topuz olarak arkadan tutturulmustu. Erkekler sakalliydi. Neselilerdi, birisi elma yiyor, öbürü gazete okuyor ve ama hep birlikte hararetle konusuyorlardi. 68 kusagi emeklileriydi bunlar.

Acaba sehir hayatinda "modasi gecmis" giysiler giydigini düsünen insanlar var midir? Bence pek yoktur. Cünkü anladigim kadariyla insanlar, hayatlarinda kesin bir kopus olmadigi sürece gencliklerinde ne giyiniyorlarsa yaslandiklarinda da asagi yukari ayni sekilde giyiniyorlar. Belki pacalari biraz uzayip kisaliyor, kazaklarinin renleri bir parca degisiyor ama stilleri genel cizgileriyle ayni kaliyor sanki. Yoksa yaniliyor muyum? Yoksa bu söyledigim sadece yetmisliyillarda genc olanlar icin mi gecerli? Su saclarin M.Thatcher gibi uclarindan tutup yukariya dogru kivirmis ne genc ne yasli, ya da hayat boyu yasli olmaya mahkum kadin yasi yirmiyken de böyle mi dolasiyordu acaba? 80'li yillarin mirasi mi bize bu kadin? Müzikte, ve sinemada en az sevdigim yillar 80'ler. Modada da öyle. O vatkalarin hayaleti hala aramizda dolasiyor. Bu kadin o saclariyla aramizda dolasiyor. O yillarin öne cikan yükselme hirsi giderek acimazlasarak aramizda yasiyor. Tüketici olmanin hazzinin, kendini kesfetmenin dayanilmaz cekiciliginin garip bir sekilde olaganlasmasi ile baslayip, giderek evcilleserek, otobüste, sokakta, trende az önce gördükleri kasmir kazagin güzelligini cep telefonlarinda arkadaslarina saatlerce iclerini ceke ceke anlatan yirmi yasindaki genc kizlarin gercekliginde aramizda yasiyor. Bos zamanlarinda alisverise cikan bir neslin gercekliginde aramizda yasiyor. Daha dogrusu biz onlarin arasinda yasamaya calisiyoruz.