Offenbach - Frankfurt : S1 S2 S8 89

Her gün sabah genellikle 8 ile 10 arasi bir saatte Offenbach -Frankfurt arasindaki yaptigim metro yolculugumun günlügüdür.






Monday, 6 September 2010

Paralel Toplumlar

Cuma aksami 7 sulari gibi Offenbach'in merkez istasyonundaki merdivenlerden yukari cikarken yavas yavas tanidigim bir ses dolduruyor kulaklarimi. Önce ihtimal vermiyorum, sonra merdivenler yeryüzüne dogru yaklastikca daha cok emin oluyorum. Evet yanlis degil duydugum, Kuran okunuyor mikrofonla. Meydana ciktigimda karsilastigim manzara su: Onlarca masa, üzerlerinde su siseleri, icinde yemek yapilan bir cadir, coluk cocuk masalarda oturan aileler: Offenbach'ta iftar sofrasi. Az ileride 10-12 kisilik mehter takimi hazir bekliyor. Karsidan takim elbiseleriyle 7-8 adam geliyor telasla, devlet erkan-i olabilir mi? Birisi "niye bu kadar erken toplanilyor ki?" diye söyleniyor. Cay, corbaci ve ayakkabici dükkanlarinin önünden gecerek elli metre ötedeki Wilhelmsplatz'a geliyorum. Willhemsplatz'da sali, cuma ve cumartesi günleri Hessen eyaletinin en güzel pazari kurulur ve bu büyük meydanin dört yani kafe ve restoranlarla cevrilidir. Orada da Cuma aksami havasi: Fransiz, Yunan, Italyan, Alman Kafeleri, sarap barlari, restoranlar tiklim tiklim dolu. Soguk ve yagmurlu gecen bir Agustos'un ardindan gelen bu günesli günün aksaminda sakin ve neseli bir hava hakim meydana.



"Paralel toplumlar" bu olabilir mi? " Yani Thilo Sarazzin'in piyasa cikan ve göcmenler hakkinda aslinda sadece icki masasina meze olabilecek düzeydeki irkci söyleminin ülkenin dört bir kösesinde hararetle tartisildigi su günlerde arka arkaya gördügüm bu manzara bana ne anlatiyor ya da birsey anlatmali mi? Paralel Toplumlar, entegrasyon meselesinin iflasinin hedefinde gösterilen Arap ve Türkiyeli göcmenlerin Alman toplumuna hic degmeden sürdürdükleri toplumsal hayat icin kullanilan bir kavram. Icinde elestiriyi , sadece ve saf olarak elestiriyi, rahatsizligi barindiriyor. Thilo Sarrazin bu ne idügü belirsiz rahatsizligi "bu insanlarin genlerinde zeka problemi var", "bunlar bu hizla üremeye devam ederlerse Almanya kendi kendisini yok edecek" gibi ciddi irkci bir sölyemle meseleyi gündeme soktugu icin hedefte. Ben ise yedi cihanda huzur bulamayan bütün ruhlar gibi,"acaba niye bu insanlarin entegre olmalari neden bu kadar isteniyor" diye soruyorum tabii ki kendi kendime. Ben de entegre degilim, kendi ülkemde de entegrasyonum bir türlü tamamlanamdi. Bir noktaya gelip, artik durumu idare edemeyen depresiflerin ve loser'larin bütün dünyadaki sayilari da her an artiyor, onlar da entegre olamadi. Ama onlar entegre olamayinca alinan önlemler farkli, ya da disiplinin yüzyili, yani 20. yüzyil bu entegrasyon bozuklugu icin altyapiyi yeterince hazirladi, onlari nereye koyacaklarini biliyorlar ne zamandir! Ama göcmenler icin öngörülen bir disiplin altyapisi eksik kaldi büyük ihtimal gecen yüzyilda. Simdi bu konuda calisiyoruz hep beraber. Sarkozy onbinlerce Roma-Sinti'yi Fransa'dan sinir disi edivererek yolu acti. Sarazzin genlerle ugrasir oldu, resmi, "siyaseten dogru" politik yapi Sarazzin'e Merkez Bankasi'ndan istifasini dayatti, Sosyal Demokrat'lar ise partiden ihrac islemlerin baslattilar. Ama Sarazzin'in toplumun kalbindeki yeri büyüdükce büyüyor. En absürdü de günlerdir herkesi mesgul eden bu tartismalarda, sürekli kendilerinden bahsedilen bes cocuklu, basörtülü göcmen ev kadinlari bu tartismalardan habersiz yasayip gidiyorlar. Mutlular mi? Bilmiyorum.

Monday, 9 August 2010

Anna -1995

Oryantasyon bozuklugu, cografi cehalet, kültürel olarak dogrudan Bati Avrupa'ya diktirilmis bakislar da nedeni olabilir benim o zamanaki durumumu aciklayan : Yani Litvanya, Estonya, Letonya üclüsünün Baltik denizinin oralarda, ilgimin tamamen disinda, bana sanki hep uzun bir kis uykusundan bir türlü uyanamayan ülkeler gibi gelmesi.

Pazar meydaninin, cicekciler kösesinde bir bankta oturuyorum, otobüsün gelmesine daha vakit var. Bir tarafimdaki bankta yasli Italyan göcmenler var. Diger tarafindaki bankta iki kadin kirik dökük Almanca'lari ile anlasmaya calisiyorlar. "Yok," diyor bir tanesi, "Vilnius'ta oturmadik hic, köyde yasiyorduk." Vilnius adini duyunca Anna geliyor hemen aklima. Yillar önce dizboyu bir karda yürüyerek kasabanin rahibini arayisimiz...

Anna doksanli yillarda, yikilan duvarin yikintilari arasindan ne pahasina olursa olsun, yasadigi köyden, sehirden, ülkeden cikmak isteyen binlerce gencten bir tanesiydi. Cocuk bakicisi olarak Almanya'ya gelmis, yaninda kaldigi aileden gizlice üniversitenin Matematik bölümüne kaydini yaptirmisti. Birlikte Almanca ögreniyorduk üniversitede. Almanca Hazirlik bitip, bölüme kayit yaptirmak gerekince, yaptigi temizlik isleriyle ödemesinin mümkün olmadigi bir parayi bankaya yatirmasi kosulunu öne sürdü üniversite. Durum umutsuz yani. Düsünüp duruyorum, nasil bu kiza yardim edebilirim diye. Derken aklima issiz kadinlarin gittigi merkeze gidip, Erika'yi bulmak geliyor. "Erika, " diyorum,"Anna diye bir kiz taniyorum, Litvanya'li. Cok akilli , temiz kalpli bir kiz, Matematik okumak istiyor, kücük bir oda tutmus, temizlikle okul masraflarini karsiliyor ama bu istenen parayi göstermesi imkansiz, var mi aklina gelen bir care?"

Erika altmis yaslarinda, sevimli bir kadin. Düsünüyor kisa bir süre ve: "Tabii var..." diyor. "Bizim rahip Litvanya'ya yardim islerini organize ediyor. Dur, bir telefon edelim!" Ve rahipten cumartesi günü saat 10 icin randevu aliyoruz. Anna ile beraber gidecegiz.

Cumartesi günü geliyor. Nasil bir kar yagiyor. Anna'nin oturdugu sehir yaklasik 100 km uzakta. Saat ona yirmi kala camdan bakip duruyorum, "yok," diyorum kendi kendime, "bu kizin bu havada, bu saatte, buraya gelmesi imkansiz, zaten bir de günlerden cumartesi, calisan otobüsler, trenler de o azdir bugün! Zaten calisanlar da kimbilir ne kadar gecikmelidir!" Tipi giderek artiriyor hizini. Ama ona on kala sokagin basinda görünüyor Anna, kosuyor. Hemen botlarimi, paltomu giyip iniyorum asagiya. Kipkirmizi olmus soguktan, elleri titriyor, heyecan icerisinde, agladi aglayacak: "Sükran, cok geciktim, ne yapacagiz simdi?"
"Merak etme, kilise uzak degil zaten, hemen gidelim," diyorum ve tek bir insanin görünmedigi sokaklarda, daha bozulmadan, yagdigi gibi duran kari yararak güc bela ilerliyoruz tipide. Az sonra rahibin kilisenin yanindaki evinin zilini caliyoruz. Acilmiyor kapi. Anna ile kapinin önünde bekliyoruz, Anna'nin yüzüne bakmaya cesaretim yok, ya kiz bosu bosuna ümitlendiyse, ne olacak? Birkac dakika öylece bekleyip, tekrar caliyoruz zili. Bu kez "Günaydin" diyor birisi, ikinci kat penceresinden. Bakiyoruz, bornozuyla asagi egilmis, gülümseyen bir adam. Anna ile birbirimizin yüzüne bakiyoruz, nereye geldik biz? Tekrar bakiyorum kapinin üzerindeki yaziya, ev dogru, rahibin evi burasi. Zaten kilisenin bahcesindeyiz, herhalde kilisenin bahcesine Sauna, Hamam falan acmazlar! "Kusura bakmayin," diyor rahip yukaridan. "Saatin pili bitmis, uyuyup kalmisim. Hemen üstümü degistirip, aciyorum kapiyi."

Gercekten de bize asirlar kadar uzun gelen bir sürenin ardindan aciliyor kapi. Gelmeden önce Anna'yi orada birakip dönmek niyetindeydim ama birakamiyorum. Birlikte giriyoruz iceri. Baska bir dünyaya giriyoruz sanki. Neredeyse 70 metrekare bir salonun kösesinde acik bir piyano duruyor, kösedeki söminede hala kor var. Bir sicaklik carpiyor yüzümüze, her tarafta resimler asili, heykeller odaya dagitilmis. Sanki rahip lojmanina degil de Modern Sanatlar Müzesine gelmis gibiyiz. Bize kösedeki koltuklari gösteriyor rahip ve hemen konuya giriyor.
"Erika anlatti durumunuzu. Ben hicbir problem görmüyorum. Ne zamana kadar bu paranin yatirilmasi gerekiyor? Tabii size güveniyoruz." diyor ve bize "bu sogukta memnuniyetle bir fincan sicak kahve" sunabilecegini söylüyor. Gözleri piril piril, hep gülüyorlar sanki. Biz de memnuniyetle kabul ediyoruz. Rahatlamisiz.

Birkac gün sonra elinde bir hediye paketiyle cikageliyor Anna. "Ah, Anna niye zahmet ediyorsun, hic gerek yoktu gercekten!" diyorum. Vilnius'un kartpostallarini getirmis Anna. Tek tek bakiyorum hepsine. Güzel bir sehir, tabii ki bu sehrin adini bile hic duymadigimi söyleyemiyorum.

Anna'nin izini coktan kaybettim, rahip hala orad mi bilmiyorum, ama o kartpostallari hala sakliyorum ve birgün mutlaka Vilnius'a gidecegim.

Thursday, 5 August 2010

Koltuk Degnekleri, Bademcikler ve Kör Bagirsaklar

Bir süredir - gecici olarak - sadece koltuk degnekleri ile yürüyebildigimden, alisilageldik hayatimin disinda genelde sadece evde ve evin ücyüz-besyüz metre civarindaki alanda yasiyorum. Cok büyük zorunluluk olmadikca da ne otobüse ne metroyo biniyorum. Ilk günlerdeki acemiligi yensem de hala her merdiven, her girinti cikinti, sanki birdenbire önümde yükselivermis daglar gibi geliyor. Alisveris ise büyük sikinti: Süpermarketlerin kasalari, pazardaki tezgahlarin önünde para ödeyebilmek hareketlerde ciddi bir kivraklik gerektiriyor. Otobüse binmek rahat, cünkü söför yerinden kalkip yardim ediyor. Asagi yukari her metro istasyonunda asansörler var, ama her zaman temiz olduklari söylenemez. Ama en anlamadigim sey, ortopedistin kapisinin neden otomatik kapi olmadigi. Neden hastalarin zar zor o agir kapiyi itmelerinin beklendigi.

Bütün bu süre icerisinde, nadir olarak ve ölü saatlerde yaptigim otobüs ve metro yolculuklarindan ne kadar yasli bir toplumda yasadigimi anliyorum. Mesela dün ögle saatlerinde bindigim otobüste yas ortalamasinin yetmis civarinda oldugunu rahatlikla söyleyebilirim. Ve koltuk degnegi kullanmanin bu toplumda neredeyse siradan oldugunu. Ve Almanlarin sürekli dizkapaklarindan ameliyat olan bir toplum oldugunu. Büyük ihtimalle spor yapmanin yayginligindan kaynaklaniyor bu durum. Dün bir arkadasimla telefonda konusurken ona da anlattim bunlari: "Menisküsüz bir toplum galiba sizinkisi," dedim ve devam ettim:

"Türkiye'de de benim kusagimin bademcikleri yok. Yetmisli yillarda toplu olarak aldirdik bademciklerimizi hepimiz, belki o arada sinirlerimizi de aldirmisizdir!"

"Sadece menisküs degil ki! Benim kusagimin kör bagirsaklari da yok, biz de yetmisli yillarda toplu olarak aldirdik" dedi o da. Gülüstük.

Bugün pazara gitmeyi deneyecegim.

Thursday, 22 July 2010

Musil - 1914 Viyana

Robert Musil 1914 yilinda Viyana'da bir tramvayi tarif ediyor: "Isildayan, salinan bir kutu...bir makina... Kilolarca insani ordan oraya tasiyor, gelecegi sekillendiren insanlari...Bu insanlar yüz yil önce atli arabalarda ayni yüz ifadesi ile oturuyorlardi, Allah bilir yüz sene sonra nasil olacaklar, ama kesinlikle yüz sonra da gelecegin makinalarinda ayni bu yüz ifadesi ile oturacaklar!"

Muhakkak benim bu sabah metroda gördügüm insanlarin ifadeleriydi Musil'in bundan 96 sene önce öngördügü!

Saturday, 19 June 2010

"Her sabah, vızır vızır arabaların, işlerine koşan takım elbiseli insanların, gökdelenlerin arasından geçip, finans sektörünün son derece steril görünen bu dünyasındaki bir caddede yer alan bir kapıdan içeri giriyorum, asansöre binip odama çıkıyorum, masama oturuyorum, bilgisayarı açıyorum ve çalışmaya başlıyorum. Buraya kadar her şey “çok normal”, her şey çok yolunda! Düğmelerle çalışan bir dünya! Ama... Binanın bir cephesi o steril caddeye bakarken, bir cephesi de dar bir sokağa bakıyor ve başımı hemen yanımdaki pencereye çevirip de sokağa, karşıdaki binanın girişine baktığım zaman, gördüğüm şu: İnsanlar soğukta bir sığınak gibi kullanılan karşı binanın alt katındaki kafenin önüne birikmişler; iki rahibe, toplanan uyuşturucu bağımlılarına, açlara, evsizlere yiyecek, giyecek ve kahve dağıtıyor. Her gün... O insanlarla aramızda sadece panzer camlar var. Biz yukarıda, onlar aşağıda... Biz yukarıda sanki dünyada her şey yolundaymışçasına programlarımızla, analizlerimizle, grafiklerimizle uğraşıyoruz, hemen yanımızda her gün tekrarlanan bir trajedinin sessiz, umursamaz seyircileri olarak... Sanki her şey çok yolundaymış gibi, sanki bu olanlar çok olağanmış gibi, sanki hayat zaten böyleymiş gibi... Tüm bunlar olup biterken ve biz bunları kanıksamış olarak, bu hayatı delirmeden sürdürürken, bu “marazi farkı” yaşarken... Zaten parçalanmış bir hayat bu!"

diyordum. Karsima oturdu. Orta yasli, kentli bir kadin gibi pardesüsü, cantasi, kot pantalonu ve cantasiyla...Ama yüzü, bakislari...

Monday, 14 June 2010

Metroda Onur Yolculugu!

Gülse de gülmese de mavi gözlerinin ici gülüyordu. Siyah uzun bir etek giymisti. Üzerinde altin rengi simlerle islemis büyük bir cicek vardi etegin! Eskimis, solmus, solmus olsa da hala sevdigi besbelli bir kazak ve düz sandaletleri, beyaz cantasi, ojeli tirnaklari ve muhtesem elmas taklidi - belki zirkon? - küpeleri...Orada öylece oturuyordu, karsimdaki koltukta.

Annesi miydi yanindaki? Tabii, tabii, baska kim olabilirdi ki? Siyahlar giymisti anne. Siyah bir tisört, siyah bir pantolon ve siyah spor ayakkabilar. Ne küpe, ne oje, ne cicekli etekler. Sadece gümüsi gür saclari süslüyordu omuzlarini. Oglunun, saclari tepesinden cok acilmis oglunun üzerine miknatis gibi cektigi bakislari nötralize etmek ister gibi "normal", "bizi yoksayamaz misniz?" diyen donuk bakislar.

Ama o donuk bakislar ogluna döndügünde, birdenbire yumusuyordu, canlaniyordu bakislari. Aralarinda gülüyorlar, konusuyorlar ve o "sabah sabah mutluluklariyla" anne-ogul cevrelerindeki bakislardan örülmüs o haleyi sanki "cehennemin dibine" yolluyorlardi. Mutlu indim metrodan! Onurlu iki kisinin mutlulugunun isiklari az da olsa gözlerime sinmis midir?

Sunday, 30 May 2010

Kurt Tucholsky'den

Kentlerde Gözler

Sabah erkenden
İşe giderken
Bütün dertlerinle
Istasyonda beklerken
Kent gösterir sana
Asfalt kayganlığında
Bir huniden akıp giden
Milyonlarca çehre:
İki yabancı göz, bir anlık bir bakıs
Kaşlar, gözbebekleri, göz kapakları –
Neydi o? Belki de hayatının şansı…
Bitti, geçti gitti, yok gerisi.

Hayatın boyunca
Binlerce sokaktan geçersin
Yoluna seni unutup gidenler çıkar
Bir göz pırıldar
Ruhun ışıldar
Bulursun aradığını,
Ama sadece birkaç saniye…
İki yabancı göz, bir anlık bir bakış
Kaşlar, gözbebekleri, göz kapakları –
Neydi o? Kimse döndüremez zamanı geriye…
Bitti, geçti gitti, yok gerisi.

Yolun boyunca giderken kentlerde
Yürümek zorunda kalırsın bir uctan öbür uca
Bir nabız atışı kadar kısa bir anda
Yabancı, öteki çıkar karşına
Sana bir düşman da olabilir
bir dost da
Ya da bir yoldaş olabilir
Kavganda
Bir an baksa da sana
çekilir sonra...
İki yabancı göz, bir anlık bir bakış
Kaşlar, gözbebekleri, göz kapaklari –
Neydi o? Büyük insanlıktan küçücük bir parça!
Bitti, geçti gitti, yok gerisi.
----------------
Ceviri: Sükran Yigit

Saturday, 29 May 2010

Asma

Bugün Offenbach-Dogu Istasyonu'nda tam hizli tren raylari ile metro raylari arasinda bir asma gördüm. Yüzü metro raylarina dönük. Bütün gün bu raylara bakip, öbür raylarin gürültüsünü duyup ve böylece yasayip giden bir asma. Hemen aklima Kas'taki bizim asma geldi. Bütün gün denizi seyredip, Anil'in aksamüstleri caldigi Herman Dune'i dinleyen bizim asma.

Saturday, 10 April 2010

Metro Duraginda Sabah Flörtü

Erken kalktim. Bahar gelip herse yemyesil oldugu ve nedense issiz sokaklar daha az ürperttigi icin, bana insanlarin metroya yetismek icin merdivenlerinden kosarak indigi ve bu haliyle bana sabhlari Besiktas Vapur Iskelesi'ni hatirlatan Marktplatz'dan degil de Ostbahnhof'tan binmeye karar verdim. Sabah 7:30. Trenin gelmesine daha sekiz dakika var. Gök celik mavisi. Üc kisi bekliyoruz sabah ayazinda. Uzun, ince, atletik siyah bir delikanli ile biraz daginik görünen, güzel bir genc kiz. Kiz icinde cikolata ve sekerlemelerin satildigi otomatin yaninda duruyor. Oglan on metre kadar ileride. Madem sekiz dakika var bir sigara iceyim diyorum. Kücük adimlarla yürüyorum. Oglan kiza dogru yaklasiyor. Önce uzaktan bana sonra kiza "Günaydin" diyor. Hepimiz günaydinlasiyoruz. Sonra kiza dönüyor:
"Su gofretlerin tadi cok güzel biliyor musun, alayim mi sana bir tane?"
"Danke!"
Gülümsüyor ama kiz. Ilgilendigimi belli etmek istemiyorum ve raylara dogru bakmaya asliyorum ama kulagim otomatin önündeki kücük sahnede.
"E baska birsey alayim o zaman, bak sunlardan yedin mi hic?"
"Danke, sekerli seyler yemiyorum. Zaten kahvalti ettim."
"Ciddi misin? O kadar erken kalkabiliyor musun?"
"Saat kurunca oluyor. Sen kalkamiyor musun?"
"Cok zor! Okula mi gidiyorsun?"
"Evet, sen?"
"Ben tasci ustasinin yaninda ciraklik egitimdeyim, iki sene var bitmesine."
"Nasil tas?"
"Granit."
"Zor mu?"
"Zor."
"Hep bu saatlerde mi biniyorsun?"
"Evet."
"Hic rastlamadim sana burada."
"Ben de sana rastlamadim ama bugün rastlastik iste!"
Metro yaklasiyor. Hep birlikte biniyoruz. Metro kalabalik ama sanslarina iki kisilik yer bos. Orayi onlara birakip arkaya dogru ilerliyorum.

Sunday, 21 March 2010

"Punk" Kontrolörler

Gecen yilin sonunda hemen hemen hergün Offenbach-Frankfurt metrosunda biletler kontrol ediliyordu, bir süredir ise kontroller yok denecek kadar azalmisti. Bu sabah ise Ledermuseum'da iki tane kontrolör bindi metroya. Sanirim bu kisileri gecici olarak, asgari ücret karsiligi ise aliyorlar, bir rastladigima bir daha hic rastlamiyorum gibi geliyor bana. Bugün binen kontrolörlerin ikisi de yirmili yaslarin baslarinda gibiydiler, normal islerini yaptilar. Buraya kadar bir olaganüstülük yoktu, ancak: Her ikisinin de kiyafeti ve saclari punk görünümündeydi. Icim sizladi. Seksenli yillarda gercekten bir punk olarak yasayan, dolasan bir insana degil biletleri kontrol ettirmek, acaba bir metro bileti aldirabilmek mümkün müydü? Nasil oldu da bir dönem su yasadigimiza, yani hayat dedigimiz su haksizliga tesne gündeliklige, seksenlerin politik sessizliginde insiyaki ve insani bir muhalefet olarak gelisen bu kültürel fenomen, sistem tarafindan kadar ehli ve "insan icine cikarilabilecek" bir hale getirilebildi? A.Negri yakinlarda okudugum bir ropörtajinda kapitalin finanskapitale dönüsmesinden sözederken, ayni zamanda bu kapitalin özelligi olarak sömürünün artik sadece meta üretimi düzeyinde fabrikalarda degil, ayni zamanda üniversitlerde, edebiyatta, her türlü kültür üretiminde gerceklestigine isaret ediyordu. Bir tür ickinlestirme, kendine ait kilma yetisi gibi, yani bence ayni bu punk kiyafetleri gibi.

Yapilicak birsey yoktu, boynumu büküp bu punk kiyafetleri icerisndeki insanlara biletimi gösterirken ufak da olsa bir catisma izi görmek icin yüzlerine baktim. Yoktu böyle bir catismanin izi, ikisi de ne güleryüzlü ne asik suratliydilar, siradandilar, icimizden biriydiler, görevlerini bitirip Mühlberg'de indiler, cektiler gittiler.

Thursday, 11 March 2010

Kitabin Adi?

Bugün metro cok kalabalikti. Marktplatz'dan bindim, cogu zaman yaptigim gibi. Oturacak yer yoktu. Kapinin yakininda durup etrafi gözlemeye-gözetlemeye karar verdim. Arkamdan birden cat cat cat diye sesler gelmeye baslayinca hafifce arkama dogru baktim. Sarisin, mini etekli, büyük halka küpeli, hayatimda gördügüm en acaip bavullardan birinin sapina ritm tutan bir kiz...Sabah sabah bir enerji, büyük ihtimalle havaalanina gidiyor. Rahatsiz oldugumu sanip da nesesi bozulmasin diye hemen önüme döndüm. Bavul pembe, kirmizi kareli üzerinde simler ve pullar olan orta büyüklükte bir trolley'di. Ayrica kizin cizmeleri de mavi ve süslüydü, üzerinde kilim parcalari gibi birseyler vardi.

Ledermuseum'dan yine sarisin ama bu müzik dinleyene göre cok daha klasik-konvansiyonel bir kiz bindi. Elinde binerken bile okudugu kalinca bir kitap vardi. Son on-onbes sayfa kalmisti geriye görebildigim kadariyla. Ama kitabi katlayarak okudugu icin adini görmek mümkün degildi. Bu arada ben de "Süper Iyi Günler'i" bitirip Siri Hustvedt'in "The Shaking Woman or A History of My Nerves" kitabina baslamis oldugum ama yine de bunun yaninda güzel bir roman okuma istegi icinde oldugum icin iste istemez, metroya binerken bile, o kalabalikta bile bu kadar heyecanla okunan kitabin ne oldugunu merak ettim. Hatta kiza özendim. "Herhalde, ineken kitabi kapatip cantasina koyar, ben de görürüm hangi kitap oldugunu!" Bu arada kapak biraz kaydigi icin Ostend duragina geldigimizde kitabin kapaginin acik mor oldugunu ve Piper yayinevinden ciktigini görebildim. Ancak ne yazarin ne de kitabin adini okuyamadim. Sadece "----nox" ve "--olken" hecelerini secebildim. Insallah benden önce iner ve kitabi kapatirken görüveririm diye hic yerimden kipirdamadim. Ama...Iki durak daha gittik ve kiz yine kitabi okuya okuya metrodan inip kalabaliga karisti. Neydi o kitap?

Wednesday, 3 March 2010

Günesli Bir Gün

Hava yine biraz soguktu ama piril piril bir günesi ardimda birakarak indim bugün yeraltina. Iki dakika sonra geldi S1. Bana mi öyle geliyor yoksa gercekten dünyanin bir yarisi Stephanie Meyer öbür yarisi da Stieg Larsson mu okur oldu bu ara?Karsimda oturan, iki sene önce bir üniversitenin Isetme bölümünden mezun oldugunu sandigim, laptop'lu, janti cocuk da bugün Larsson okuyordu. Kitabin yarisina gelmis. Merakimdan alip bir tanesini okumak istiyorum su Larsson'un kitaplarinin ama kitap kapaklari o kadar itici geliyor ki! ikinci dakikasinda yanlis filme girdigini anlar ya insan, iste o filmlerin afislerine benziyor Larsson kitaplarinin kapaklari. Üzerinde hicbir bosluk yok, cercevesiz, tehdit edici ama tehdit etmek isteyip edemedigi icin!

Ben Christopher Boone'un Sahane Dünyasi'ni okuyorum Mark Haddon'dan. Otistik bir cocugun gözünden dünyayi anlatiyor Haddon. Bazen, bazi paragraflari dönüp dönüp tekrar okuyorum. Christopher mutlu mu mutsuz mu anlayamiyorum bazen ama mutluymus gibi geliyor bana.

Larsson okuyan janti cocuk Ostend'de iniyor. Inmeden önce kitabi öylesine kapatiyor. Acaba benim gibi kaldigi sayfayi aklinda tutanlardan mi düsünüyorum, kitap elimde sürünmeye baslamamisa ben de pek öyle ayrac(yoksa bu parantez mi demekti?) kullanmam. Ama mesela güzel bir nesne elime gecmisse onu kullanirim bazen. Mesela 250 gr kahvenin sigabildigi büyüklükte kesekagidi gibi. Cünkü kahve kokusu bir süre sonra kitaba siner. Bir tür Ex-Libris avuntusu gibi yani.

Taunusanlage'ye kadar ara vermeden okuyorum. Sonra iniyorum, bu sabah evde kahvalti ettim, Brezel'a gerek yok. Tekrar yeryüzüne cikiyorum ve istemeye istemeye günesi arkamda birakarak büronun soguk karanligina daliyorum.

Tuesday, 2 March 2010

Tinderstics

Dün aksam Tindersticks konserine gittim. Bu vesileyle de bugünkü onbes dakikalik yolculugumu
Tindersticks esliginde gecirdim. Sönük bir sarki ama "Peanuts" hem albümü dinlerken hem de konser sirasinda, belki en begendigim degil ama kendimi en yakin hissettigim sarkiydi. Yalniz bütün grup elemanlari birbirlerine ve hatta sanki tek tek tek tek ikiyüz kisilik -ama tutkulu - izleyiciye gülümserlerken Stuart Staples'in gözlerini kapatip Peanuts gibi bir sarkiyi bile entelektüel Türk filmlerine tas cikaracak bir "ciddiyletle" söylemesini anlayamadim. "Benim bu Peanuts'i sevmem, eskiden de o kadar sarkici dururken Cahit Oben'i sevmem gibi birseydir belki de," diye düsünüyordum ki yolda, Kaiserlei duragina gelmisiz bile. Duraktan iki kisi bindi metroya. Basi örtülü kirk yaslarinda bir kadin ve trendy H&M outfit'iyle onyedi yaslarinda bir kiz. Hareketleri hergün metroya binen insanlarin otomatik harmonisinden yoksundu. Sanki arkalarindan birisi sahneye itivermis gibi saskindi ikisi de.

Basörtülü kadin saat dokuzu gectigi icin oldukca tenha olan, mp3'lerine gömülmüs birkac kisinin oturdugu koltuklara dönüp "Frankfurt?" diye sordu. Dudaklarindan okudum. Kimse cevap vermedi, ben "Evet" dedim uzaktan. Gülümsedi kadin. Kiz utandi. Bunu kadinin benim karsimdaki bos yere oturmak isterken kizin onu cekip vagonun en ucuna götürmesinden anladim. Bir durak boyunca yani Mühlberg'e kadar izledim ikisini. Konusmadilar. Anons "gelecek durak Frankfurt-Mühlberg" dediginde basörtüsünü arkaya dogru ittiriverdi kadin. Hani muhitinden cikmis da artik basini acabilirmis gibi bir harekketti, otomatik! Hic konusmadilar.

Ben dört durak sonra Taunusanlage duraginda indim. Merdivenleri ciktim. Brezel satan kadin, firiniyla oradaydi. Altmis sente sicak bir Brezel aldim. Sali sabahlari yine o katta gitar calan genc Ispanyol'a on sent verdim, günaydinlastik ve caddeye cikip ise dogru yola koyuldum.