Offenbach - Frankfurt : S1 S2 S8 89
Monday, 6 September 2010
Paralel Toplumlar
"Paralel toplumlar" bu olabilir mi? " Yani Thilo Sarazzin'in piyasa cikan ve göcmenler hakkinda aslinda sadece icki masasina meze olabilecek düzeydeki irkci söyleminin ülkenin dört bir kösesinde hararetle tartisildigi su günlerde arka arkaya gördügüm bu manzara bana ne anlatiyor ya da birsey anlatmali mi? Paralel Toplumlar, entegrasyon meselesinin iflasinin hedefinde gösterilen Arap ve Türkiyeli göcmenlerin Alman toplumuna hic degmeden sürdürdükleri toplumsal hayat icin kullanilan bir kavram. Icinde elestiriyi , sadece ve saf olarak elestiriyi, rahatsizligi barindiriyor. Thilo Sarrazin bu ne idügü belirsiz rahatsizligi "bu insanlarin genlerinde zeka problemi var", "bunlar bu hizla üremeye devam ederlerse Almanya kendi kendisini yok edecek" gibi ciddi irkci bir sölyemle meseleyi gündeme soktugu icin hedefte. Ben ise yedi cihanda huzur bulamayan bütün ruhlar gibi,"acaba niye bu insanlarin entegre olmalari neden bu kadar isteniyor" diye soruyorum tabii ki kendi kendime. Ben de entegre degilim, kendi ülkemde de entegrasyonum bir türlü tamamlanamdi. Bir noktaya gelip, artik durumu idare edemeyen depresiflerin ve loser'larin bütün dünyadaki sayilari da her an artiyor, onlar da entegre olamadi. Ama onlar entegre olamayinca alinan önlemler farkli, ya da disiplinin yüzyili, yani 20. yüzyil bu entegrasyon bozuklugu icin altyapiyi yeterince hazirladi, onlari nereye koyacaklarini biliyorlar ne zamandir! Ama göcmenler icin öngörülen bir disiplin altyapisi eksik kaldi büyük ihtimal gecen yüzyilda. Simdi bu konuda calisiyoruz hep beraber. Sarkozy onbinlerce Roma-Sinti'yi Fransa'dan sinir disi edivererek yolu acti. Sarazzin genlerle ugrasir oldu, resmi, "siyaseten dogru" politik yapi Sarazzin'e Merkez Bankasi'ndan istifasini dayatti, Sosyal Demokrat'lar ise partiden ihrac islemlerin baslattilar. Ama Sarazzin'in toplumun kalbindeki yeri büyüdükce büyüyor. En absürdü de günlerdir herkesi mesgul eden bu tartismalarda, sürekli kendilerinden bahsedilen bes cocuklu, basörtülü göcmen ev kadinlari bu tartismalardan habersiz yasayip gidiyorlar. Mutlular mi? Bilmiyorum.
Thursday, 12 August 2010
Monday, 9 August 2010
Anna -1995
Pazar meydaninin, cicekciler kösesinde bir bankta oturuyorum, otobüsün gelmesine daha vakit var. Bir tarafimdaki bankta yasli Italyan göcmenler var. Diger tarafindaki bankta iki kadin kirik dökük Almanca'lari ile anlasmaya calisiyorlar. "Yok," diyor bir tanesi, "Vilnius'ta oturmadik hic, köyde yasiyorduk." Vilnius adini duyunca Anna geliyor hemen aklima. Yillar önce dizboyu bir karda yürüyerek kasabanin rahibini arayisimiz...
Anna doksanli yillarda, yikilan duvarin yikintilari arasindan ne pahasina olursa olsun, yasadigi köyden, sehirden, ülkeden cikmak isteyen binlerce gencten bir tanesiydi. Cocuk bakicisi olarak Almanya'ya gelmis, yaninda kaldigi aileden gizlice üniversitenin Matematik bölümüne kaydini yaptirmisti. Birlikte Almanca ögreniyorduk üniversitede. Almanca Hazirlik bitip, bölüme kayit yaptirmak gerekince, yaptigi temizlik isleriyle ödemesinin mümkün olmadigi bir parayi bankaya yatirmasi kosulunu öne sürdü üniversite. Durum umutsuz yani. Düsünüp duruyorum, nasil bu kiza yardim edebilirim diye. Derken aklima issiz kadinlarin gittigi merkeze gidip, Erika'yi bulmak geliyor. "Erika, " diyorum,"Anna diye bir kiz taniyorum, Litvanya'li. Cok akilli , temiz kalpli bir kiz, Matematik okumak istiyor, kücük bir oda tutmus, temizlikle okul masraflarini karsiliyor ama bu istenen parayi göstermesi imkansiz, var mi aklina gelen bir care?"
Erika altmis yaslarinda, sevimli bir kadin. Düsünüyor kisa bir süre ve: "Tabii var..." diyor. "Bizim rahip Litvanya'ya yardim islerini organize ediyor. Dur, bir telefon edelim!" Ve rahipten cumartesi günü saat 10 icin randevu aliyoruz. Anna ile beraber gidecegiz.
Cumartesi günü geliyor. Nasil bir kar yagiyor. Anna'nin oturdugu sehir yaklasik 100 km uzakta. Saat ona yirmi kala camdan bakip duruyorum, "yok," diyorum kendi kendime, "bu kizin bu havada, bu saatte, buraya gelmesi imkansiz, zaten bir de günlerden cumartesi, calisan otobüsler, trenler de o azdir bugün! Zaten calisanlar da kimbilir ne kadar gecikmelidir!" Tipi giderek artiriyor hizini. Ama ona on kala sokagin basinda görünüyor Anna, kosuyor. Hemen botlarimi, paltomu giyip iniyorum asagiya. Kipkirmizi olmus soguktan, elleri titriyor, heyecan icerisinde, agladi aglayacak: "Sükran, cok geciktim, ne yapacagiz simdi?"
"Merak etme, kilise uzak degil zaten, hemen gidelim," diyorum ve tek bir insanin görünmedigi sokaklarda, daha bozulmadan, yagdigi gibi duran kari yararak güc bela ilerliyoruz tipide. Az sonra rahibin kilisenin yanindaki evinin zilini caliyoruz. Acilmiyor kapi. Anna ile kapinin önünde bekliyoruz, Anna'nin yüzüne bakmaya cesaretim yok, ya kiz bosu bosuna ümitlendiyse, ne olacak? Birkac dakika öylece bekleyip, tekrar caliyoruz zili. Bu kez "Günaydin" diyor birisi, ikinci kat penceresinden. Bakiyoruz, bornozuyla asagi egilmis, gülümseyen bir adam. Anna ile birbirimizin yüzüne bakiyoruz, nereye geldik biz? Tekrar bakiyorum kapinin üzerindeki yaziya, ev dogru, rahibin evi burasi. Zaten kilisenin bahcesindeyiz, herhalde kilisenin bahcesine Sauna, Hamam falan acmazlar! "Kusura bakmayin," diyor rahip yukaridan. "Saatin pili bitmis, uyuyup kalmisim. Hemen üstümü degistirip, aciyorum kapiyi."
Gercekten de bize asirlar kadar uzun gelen bir sürenin ardindan aciliyor kapi. Gelmeden önce Anna'yi orada birakip dönmek niyetindeydim ama birakamiyorum. Birlikte giriyoruz iceri. Baska bir dünyaya giriyoruz sanki. Neredeyse 70 metrekare bir salonun kösesinde acik bir piyano duruyor, kösedeki söminede hala kor var. Bir sicaklik carpiyor yüzümüze, her tarafta resimler asili, heykeller odaya dagitilmis. Sanki rahip lojmanina degil de Modern Sanatlar Müzesine gelmis gibiyiz. Bize kösedeki koltuklari gösteriyor rahip ve hemen konuya giriyor.
"Erika anlatti durumunuzu. Ben hicbir problem görmüyorum. Ne zamana kadar bu paranin yatirilmasi gerekiyor? Tabii size güveniyoruz." diyor ve bize "bu sogukta memnuniyetle bir fincan sicak kahve" sunabilecegini söylüyor. Gözleri piril piril, hep gülüyorlar sanki. Biz de memnuniyetle kabul ediyoruz. Rahatlamisiz.
Birkac gün sonra elinde bir hediye paketiyle cikageliyor Anna. "Ah, Anna niye zahmet ediyorsun, hic gerek yoktu gercekten!" diyorum. Vilnius'un kartpostallarini getirmis Anna. Tek tek bakiyorum hepsine. Güzel bir sehir, tabii ki bu sehrin adini bile hic duymadigimi söyleyemiyorum.
Anna'nin izini coktan kaybettim, rahip hala orad mi bilmiyorum, ama o kartpostallari hala sakliyorum ve birgün mutlaka Vilnius'a gidecegim.
Thursday, 5 August 2010
Koltuk Degnekleri, Bademcikler ve Kör Bagirsaklar
Bütün bu süre icerisinde, nadir olarak ve ölü saatlerde yaptigim otobüs ve metro yolculuklarindan ne kadar yasli bir toplumda yasadigimi anliyorum. Mesela dün ögle saatlerinde bindigim otobüste yas ortalamasinin yetmis civarinda oldugunu rahatlikla söyleyebilirim. Ve koltuk degnegi kullanmanin bu toplumda neredeyse siradan oldugunu. Ve Almanlarin sürekli dizkapaklarindan ameliyat olan bir toplum oldugunu. Büyük ihtimalle spor yapmanin yayginligindan kaynaklaniyor bu durum. Dün bir arkadasimla telefonda konusurken ona da anlattim bunlari: "Menisküsüz bir toplum galiba sizinkisi," dedim ve devam ettim:
"Türkiye'de de benim kusagimin bademcikleri yok. Yetmisli yillarda toplu olarak aldirdik bademciklerimizi hepimiz, belki o arada sinirlerimizi de aldirmisizdir!"
"Sadece menisküs degil ki! Benim kusagimin kör bagirsaklari da yok, biz de yetmisli yillarda toplu olarak aldirdik" dedi o da. Gülüstük.
Bugün pazara gitmeyi deneyecegim.
Thursday, 22 July 2010
Musil - 1914 Viyana
Muhakkak benim bu sabah metroda gördügüm insanlarin ifadeleriydi Musil'in bundan 96 sene önce öngördügü!
Saturday, 19 June 2010
diyordum. Karsima oturdu. Orta yasli, kentli bir kadin gibi pardesüsü, cantasi, kot pantalonu ve cantasiyla...Ama yüzü, bakislari...
Monday, 14 June 2010
Metroda Onur Yolculugu!
Annesi miydi yanindaki? Tabii, tabii, baska kim olabilirdi ki? Siyahlar giymisti anne. Siyah bir tisört, siyah bir pantolon ve siyah spor ayakkabilar. Ne küpe, ne oje, ne cicekli etekler. Sadece gümüsi gür saclari süslüyordu omuzlarini. Oglunun, saclari tepesinden cok acilmis oglunun üzerine miknatis gibi cektigi bakislari nötralize etmek ister gibi "normal", "bizi yoksayamaz misniz?" diyen donuk bakislar.
Ama o donuk bakislar ogluna döndügünde, birdenbire yumusuyordu, canlaniyordu bakislari. Aralarinda gülüyorlar, konusuyorlar ve o "sabah sabah mutluluklariyla" anne-ogul cevrelerindeki bakislardan örülmüs o haleyi sanki "cehennemin dibine" yolluyorlardi. Mutlu indim metrodan! Onurlu iki kisinin mutlulugunun isiklari az da olsa gözlerime sinmis midir?
Sunday, 30 May 2010
Kurt Tucholsky'den
Sabah erkenden
İşe giderken
Bütün dertlerinle
Istasyonda beklerken
Kent gösterir sana
Asfalt kayganlığında
Bir huniden akıp giden
Milyonlarca çehre:
İki yabancı göz, bir anlık bir bakıs
Kaşlar, gözbebekleri, göz kapakları –
Neydi o? Belki de hayatının şansı…
Bitti, geçti gitti, yok gerisi.
Hayatın boyunca
Binlerce sokaktan geçersin
Yoluna seni unutup gidenler çıkar
Bir göz pırıldar
Ruhun ışıldar
Bulursun aradığını,
Ama sadece birkaç saniye…
İki yabancı göz, bir anlık bir bakış
Kaşlar, gözbebekleri, göz kapakları –
Neydi o? Kimse döndüremez zamanı geriye…
Bitti, geçti gitti, yok gerisi.
Yolun boyunca giderken kentlerde
Yürümek zorunda kalırsın bir uctan öbür uca
Bir nabız atışı kadar kısa bir anda
Yabancı, öteki çıkar karşına
Sana bir düşman da olabilir
bir dost da
Ya da bir yoldaş olabilir
Kavganda
Bir an baksa da sana
çekilir sonra...
İki yabancı göz, bir anlık bir bakış
Kaşlar, gözbebekleri, göz kapaklari –
Neydi o? Büyük insanlıktan küçücük bir parça!
Bitti, geçti gitti, yok gerisi.
----------------
Ceviri: Sükran Yigit
Saturday, 29 May 2010
Asma
Saturday, 10 April 2010
Metro Duraginda Sabah Flörtü
"Su gofretlerin tadi cok güzel biliyor musun, alayim mi sana bir tane?"
"Danke!"
Gülümsüyor ama kiz. Ilgilendigimi belli etmek istemiyorum ve raylara dogru bakmaya asliyorum ama kulagim otomatin önündeki kücük sahnede.
"E baska birsey alayim o zaman, bak sunlardan yedin mi hic?"
"Danke, sekerli seyler yemiyorum. Zaten kahvalti ettim."
"Ciddi misin? O kadar erken kalkabiliyor musun?"
"Saat kurunca oluyor. Sen kalkamiyor musun?"
"Cok zor! Okula mi gidiyorsun?"
"Evet, sen?"
"Ben tasci ustasinin yaninda ciraklik egitimdeyim, iki sene var bitmesine."
"Nasil tas?"
"Granit."
"Zor mu?"
"Zor."
"Hep bu saatlerde mi biniyorsun?"
"Evet."
"Hic rastlamadim sana burada."
"Ben de sana rastlamadim ama bugün rastlastik iste!"
Metro yaklasiyor. Hep birlikte biniyoruz. Metro kalabalik ama sanslarina iki kisilik yer bos. Orayi onlara birakip arkaya dogru ilerliyorum.
Sunday, 21 March 2010
"Punk" Kontrolörler
Yapilicak birsey yoktu, boynumu büküp bu punk kiyafetleri icerisndeki insanlara biletimi gösterirken ufak da olsa bir catisma izi görmek icin yüzlerine baktim. Yoktu böyle bir catismanin izi, ikisi de ne güleryüzlü ne asik suratliydilar, siradandilar, icimizden biriydiler, görevlerini bitirip Mühlberg'de indiler, cektiler gittiler.
Thursday, 11 March 2010
Kitabin Adi?
Ledermuseum'dan yine sarisin ama bu müzik dinleyene göre cok daha klasik-konvansiyonel bir kiz bindi. Elinde binerken bile okudugu kalinca bir kitap vardi. Son on-onbes sayfa kalmisti geriye görebildigim kadariyla. Ama kitabi katlayarak okudugu icin adini görmek mümkün degildi. Bu arada ben de "Süper Iyi Günler'i" bitirip Siri Hustvedt'in "The Shaking Woman or A History of My Nerves" kitabina baslamis oldugum ama yine de bunun yaninda güzel bir roman okuma istegi icinde oldugum icin iste istemez, metroya binerken bile, o kalabalikta bile bu kadar heyecanla okunan kitabin ne oldugunu merak ettim. Hatta kiza özendim. "Herhalde, ineken kitabi kapatip cantasina koyar, ben de görürüm hangi kitap oldugunu!" Bu arada kapak biraz kaydigi icin Ostend duragina geldigimizde kitabin kapaginin acik mor oldugunu ve Piper yayinevinden ciktigini görebildim. Ancak ne yazarin ne de kitabin adini okuyamadim. Sadece "----nox" ve "--olken" hecelerini secebildim. Insallah benden önce iner ve kitabi kapatirken görüveririm diye hic yerimden kipirdamadim. Ama...Iki durak daha gittik ve kiz yine kitabi okuya okuya metrodan inip kalabaliga karisti. Neydi o kitap?
Wednesday, 3 March 2010
Günesli Bir Gün
Ben Christopher Boone'un Sahane Dünyasi'ni okuyorum Mark Haddon'dan. Otistik bir cocugun gözünden dünyayi anlatiyor Haddon. Bazen, bazi paragraflari dönüp dönüp tekrar okuyorum. Christopher mutlu mu mutsuz mu anlayamiyorum bazen ama mutluymus gibi geliyor bana.
Larsson okuyan janti cocuk Ostend'de iniyor. Inmeden önce kitabi öylesine kapatiyor. Acaba benim gibi kaldigi sayfayi aklinda tutanlardan mi düsünüyorum, kitap elimde sürünmeye baslamamisa ben de pek öyle ayrac(yoksa bu parantez mi demekti?) kullanmam. Ama mesela güzel bir nesne elime gecmisse onu kullanirim bazen. Mesela 250 gr kahvenin sigabildigi büyüklükte kesekagidi gibi. Cünkü kahve kokusu bir süre sonra kitaba siner. Bir tür Ex-Libris avuntusu gibi yani.
Taunusanlage'ye kadar ara vermeden okuyorum. Sonra iniyorum, bu sabah evde kahvalti ettim, Brezel'a gerek yok. Tekrar yeryüzüne cikiyorum ve istemeye istemeye günesi arkamda birakarak büronun soguk karanligina daliyorum.
Tuesday, 2 March 2010
Tinderstics
Tindersticks esliginde gecirdim. Sönük bir sarki ama "Peanuts" hem albümü dinlerken hem de konser sirasinda, belki en begendigim degil ama kendimi en yakin hissettigim sarkiydi. Yalniz bütün grup elemanlari birbirlerine ve hatta sanki tek tek tek tek ikiyüz kisilik -ama tutkulu - izleyiciye gülümserlerken Stuart Staples'in gözlerini kapatip Peanuts gibi bir sarkiyi bile entelektüel Türk filmlerine tas cikaracak bir "ciddiyletle" söylemesini anlayamadim. "Benim bu Peanuts'i sevmem, eskiden de o kadar sarkici dururken Cahit Oben'i sevmem gibi birseydir belki de," diye düsünüyordum ki yolda, Kaiserlei duragina gelmisiz bile. Duraktan iki kisi bindi metroya. Basi örtülü kirk yaslarinda bir kadin ve trendy H&M outfit'iyle onyedi yaslarinda bir kiz. Hareketleri hergün metroya binen insanlarin otomatik harmonisinden yoksundu. Sanki arkalarindan birisi sahneye itivermis gibi saskindi ikisi de.
Basörtülü kadin saat dokuzu gectigi icin oldukca tenha olan, mp3'lerine gömülmüs birkac kisinin oturdugu koltuklara dönüp "Frankfurt?" diye sordu. Dudaklarindan okudum. Kimse cevap vermedi, ben "Evet" dedim uzaktan. Gülümsedi kadin. Kiz utandi. Bunu kadinin benim karsimdaki bos yere oturmak isterken kizin onu cekip vagonun en ucuna götürmesinden anladim. Bir durak boyunca yani Mühlberg'e kadar izledim ikisini. Konusmadilar. Anons "gelecek durak Frankfurt-Mühlberg" dediginde basörtüsünü arkaya dogru ittiriverdi kadin. Hani muhitinden cikmis da artik basini acabilirmis gibi bir harekketti, otomatik! Hic konusmadilar.
Ben dört durak sonra Taunusanlage duraginda indim. Merdivenleri ciktim. Brezel satan kadin, firiniyla oradaydi. Altmis sente sicak bir Brezel aldim. Sali sabahlari yine o katta gitar calan genc Ispanyol'a on sent verdim, günaydinlastik ve caddeye cikip ise dogru yola koyuldum.