Offenbach - Frankfurt : S1 S2 S8 89

Her gün sabah genellikle 8 ile 10 arasi bir saatte Offenbach -Frankfurt arasindaki yaptigim metro yolculugumun günlügüdür.






Tuesday, 9 August 2011

And Sympathy is what we need my friend...

Uzun bir is günüydü. Aksam üzerine dogru telefonlarda konusmalar artinca, mp3-player'imi - maalesef independent bir mp3 player degil benimki - cikardim. Rastgele bastim, sesi yükselttim:

http://www.youtube.com/watch?v=9IaOtSibgnw

Ne kadar uzun zamandir dinlememisim bu sarkiyi. Sarkinin daha ilk dizesinde sanki birdenbire yaptigim herseyin, aslinda her gecen gün bana daha da gercek disi görünen is hayati gercekliginin üzerinden kayar gibi gecerek bambaska bir dünyaya girmis gibi oldum. Bu sarkiyi ilk kez okul arkadasim Songül'den dinlemistim. Ilkokul bitirme sinavlarinda Müzik dersinden bu sarkiyi söyleyerek gecmisti. Ben "Hersey Bitmistir Artik" sarkisini söylemistim. Sonra benim defterlerimin birisinin en arkasina israrlarima dayanamyip Symphaty'nin sözlerini duydugu gibi yazmisti Songül - van layuklam diye baslayarak -. Sonraki yillarda biraz Ingilizce ögrenince ne kadar gülmüstük birlikte o defterdeki sözlere. Symphaty'i Rare Birds'den orjinal haliyle ne zaman ilk kez dinledim hatirlamiyorum. Ama uzun süre bu sarkiyi nedense Three Dogs Night grubunun söyledigine inanmistim galiba.

Sarki bitti, tekrar dügmeye bastim, tekrar dinledim.

Aksam 19:33 metrosu doluydu, eski metrolardan, havalandirmasi yok. Metro gözüme birdenbire kardan sonra talas dökülen soguk bir sinif gibi göründü. Tekrar Marillon'un Symphaty'sine bastim. Baska bir dünyaya girmeyi bekledim. Olmadi, "bekleyince olmuyor," demek diye düsündüm. Songül nerelerdeydi acaba? Kac kere ulasmaya calisip ulasamadim. "Belki, o da bir gün en beklenmedik bir anda Sympathy gibi cikar karsima,"
diye düsünerek basimi kaldirdigimda, Marktplatz'daydik. Indim.


Sunday, 31 July 2011

Soguk!

Iki aydir soguk. Daha dogru dürüst yazliklari cikarmadan agustos ayina geldik. Sadece yagmur degil bu yaz insani bezdiren, hava da soguk. Cuma aksami bir kafede disarida otururken daha aksam yedi sularinda hava o kadar serinledi ki, garsonlar müsteilere battaniye dagittilar. Hicbir bitki dogru dürüst büyümedi bu yaz. Lavantalarin cicekleri tam renklerine kavusamadan kahverengimsi bir renk aldilar. Benim Kas feslegenleri canli ama cicek acmaya hic yanasmiyorlar. Almanya karanfilleri acti ama acar acmaz yagmurla karsilastiklari icin actiklarina bin pisman gibiler. Kas karanfilinde bi-polar bir durum gözlüyorum. Bir yandan büyüyor ama tomurcuk yok. Insanlar da öyle görünüyor gözüme sabahlari. Ne giyecegini sasirip evden apar topar cikmis gibiler hepsi. Pardesü ama acik ayakkabi, mini etek ama hirka...Dört genc dikkatimi cekiyor. Dördü de ayakta. Sevimli görünüyorlar, düzenli spor yaptiklari besbelli. Hararetli bir konusma icerisinder, heyecanli heyecanli birbirlerine birseyler anlatiyorlar sessiz sedasiz bir sabah metrosunda... Ne kadar güzel kullaniyorlar ellerini, yüzlerini ve besbelli ki icine dogduklari ama hic duymadiklari dillerini. Gülümsüyorlar, sik sik da hep birlikte gülüyorlar, sessiz ama kahkahalarla güldüklarini anlamamak mümkün degil. Hislerim karisik. Bir yanda bezgin bir kompartman dolusu insan, diger yanda ise "herseye ragmen" birbirleriyle iletisimleri, daha da önemlisi iletisim istekleri soguk kompartmanin orta yerinde bir kiraz agaci gibi etrafa gülümseyen dört genc insan. Her iki grup da bu topraklardan. Anlamak mümkün degil!

Durak Ostendstrasse: Iri yari, ciddi görünüslü iki güvenlik görevlisi biniyor ön kapidan. Biletleri kontol edecekler. Hemen arkalarindan eski dogu bloku ülkelerinin Avrupa Toplulugu'na girdikten sonra acilan sinirlardan zengin ülkelere üc aylik vize ile gelen/getirilen bir dilenci biniyor. Koltuk degnekleri var, basini dik tutamiyor, vucudu bir yana dogru yatmis. Iki kontrolör önde, o arkada koltuklarin arasindan ilerliyorlar. Cantalarini abonmanlarini göstermek üzere zaten acmis olan yolculardan bir tanesi bile bes kurus vermiyor dilenciye. Önümdeki tuhaf insanlik belgeseline baka kaliyorum. Sanki hayatin disinda bir yerdeyiz: Dört genc sessiz kahkahlariyla konusmaya devam ediyorlar. Iri yari iki kontrolör, arkalarinda her adimi bir iskence olan dilenciyle ilerliyorlar. Tek istegim, görev bilincinin ne kadar yüksek oldugunu bildigimiz Alman memurlarin birden dönüp dilenciye biletini sormamalari. Gercekten de sormuylar, farkinda olduklari halde, onu görmüyormus gibi davraniyorlar. Ahmet Hasim'in Frankfurt Seyahatnamesi' nde anlattiklari aklima geliyor ister istemez: Dogu'nun ve Bati'nin dilencileri ve onlara o ülke insanlarinin bakisi hakkindaki gözlemlerini düsünüyorum. Hala ne kadar gercek söyledikleri:

"Frankfurt caddelerinde en cok garibime giden insan dilencisi olmustur. Bu dilenci, temiz gömlek ve yakasi. Lekesiz elbisesi,ütülenmis beyaz mendiliyle iyi bir kahvaltidan sonra sigarasini yakarak sabahin neseli kalabaligi icinde isine giden herhangi birefendiye benzar.Yakin veya uzak bütün sark memleketlerinde böyle bir kilikla gelipgecenlerin merhametine el uzatmak cesaretini gösterecek herifintoplayacagi hava ve yiyecegi dayaktir. Merhametli hanim veya efendi,sadakaya muhtac adamin kendisine bu kadar benzer olusuna tahammül edemez: kalbinin heyecan mekanizmasi harekete gecmek icin dilenciden, korkunc bir Lon Chaney makyaji ve tüyler ürpertici bir sahnetertibati ister.Sark estetgine göre dilencinin gözü olmamali. Göz yerinde patlamisiki beyaz zar olacak ve onlardan parcalanmis yanaklara dogru birtakim et parcalari sarkacak! Dilencinin agzi ve disleri olmamali. Agiz yerinde dipsiz bir ucurumun karanliklari siritacak ve dis etlerine gelisi güzel saplanmis birtakim kemik parcalari olacak. El ayak yerinde demir cengeller sangirdayacak ve yahut karisik tahtalarctikirdayacak. Dilenci icin kiyafet: Yazin onu buram buram terletecek, yagli paramparcak kalin bir hirka, kisin ise icinde titreyecegi hertarafi delik desik siyah bir pacavra gömelk! Agustos günesi altindakani ter halinde, damla damla topraga akmayan ve kis poyrazlarinda donmak üzere olmayan bir dilenciye sadaka verilir mi hic? Hind'in, Magrib'in, Buhara ve Semerkant'in müdhis dilncileri buitibarla ne büyük artislerdir. Halbuki su yakali ve kravatli almandilencileri…Bir gün bir Alman'a sordum:-Bunlara nasil aciyabiliyorsunuz?-Mecbur olmadan el uzatacak bir Alman tasavvur edemeyiz. Onun icin dilenen bir Alman, bizi kendine acindirmak icin fazla yalana vezillete düsmeye muhtac degildir. Bu bir hususi ahlak meselesi. Fakat ise bir de akil zaviyesinden bakalim: Dilenen bir insan ne kadar alelade bir insana benzerse, bana o kadar yakindir; o nisbette kolay derdini duyar, eksigini anlarim. Fakat her ne surette olursa olsun insan seklinden cikmis bir mahluk benim cinsimden degildir. Ona aciyamam! Sark merhameti mantiksizdir. Kizardim.Uydurma bir cevap verdim:-Biz dilenciye acimayiz, ondan korkariz. Bu korku dilencinin cirkinligi nispetinde artar. Cirkinligin bir takim tehlikeli kudretler tasidigina inaniriz. Bütün Afrika, Amerika, cin ve Hint ilahlari cirkin degil mi? Bize en cok hasyet ve nefret veren dilenciye uzattigimiz para bir sadaka degil, fakat korku sanatkarina takdim edilmis naciz bir mükafattir. Sark, artist milletlerin vatanidir."

.Ahmet Hasim, 1933, Frankfurt Seyahatnamesi

Tuesday, 26 April 2011

Paskalya Pazartesi

Paskalya Tatili'nin dördüncü ve son günü, sabah 6:26 metrosuna yetismem lazim ki merkez istasyondan Köln'e giden 7:13 trenini yakalayabileyim. "Bombostur herhalde bugün metro," diye düsünüyorum evden cikarken: Belki bugün nöbetci olarak calisacak birkac kisi vardir sadece. Fakat metro merdivenlerini iner inmez ne kadar yanildigimi anliyorum. Önce üc tane junkie ilisiyor gözüme. Bir banka oturmuslar. Hemen birkac metre ötede bir polis. Iri yari. Az ileride ücer-dörder kisilik gruplar halinde cakirkeyif ya da düpedüz sarhos gencler. Havalanina giden iki hostes, Lufthansa üniformalari.

Hep birlikte biniyoruz. Polis önümdeki dörtlü koltuklardan birine oturuyor. Iki grup genc biraz daha ileride. Gürültülü bir sekilde konusuyorlar. Yan koltukta oturan Hintli kadin ayakkabilarini cikartip ayaklarini karsidaki koltuga uzatip, gözlerini kapatiyor. Karsimda oturan kiz gazete okuyor. Ben kararsizim, müzik mi dinlesem yoksa kitap mi okusam, yoksa surada huzur icinde bos bos otursam mi? Kitapta karar kiliyorum. Bozkir Kurdu. Ikinci defa okuyorum. Ilk okudugumda otuz yaslarindaydim. Simdi Harry Haller 'in yasina daha cok yaklastim. Fakat bir tuhaflik var, cünkü kitabi ilk okuyusumda nedense Harry Haller aslinda oldugundan daha genc gelmisti bana, ya da aklimda öyle kalmis. Ya da aslinda gercekten öyle gelmis olabilir, cünkü okuyucu olarak istese de istemese de roman figürlerinde kendini arar cogu zaman insan. Isin tuhafi da bir sekilde bulur. Aslinda o zaman da, simdi de beni hayrete düsüren sey bu romanin, sevgisizlige - ya da sevememeye - ve uzakliga, sicaklik ve yakinliga ayni mesafede durmasina ragmen milyonlarca okuyucuya ulasmis olmasi. Yani cogunlugun mahkum edildigi bir romanin aslinda "cogunluk" olmasi cok ihtimal dahilinde olan bir cevrede kutsanabilmesi. Acaba kendisinden, hayatindan düpedüz memnun olan insanlar neler düsünürler Harry Haller hakkinda? Cok bilmek isterdim.

Polis nedense gizli bir odak noktasi gibi metroda. Iki durak sonra dördü kiz, ikisi erkek alti genc biniyorlar. Uzakdogulular. Kizlar dekolteyi asmislar. Sortlar ve cizmeler, sabah soguguna aldirmayan kolsuz bluzlarla koridoru boydan boya geciyorlar. Erkek gruplari dönüp tekrar bakiyorlar. Iclerinden bir tanesi arkalarindan giden erkek arkadaslarini durduruyor: "Kiz arkadaslarin mi?" "Evet," diyip yürüyor cocuk. Polis ilgilenmiyor.

Üc durak daha gidiyoruz. Frankfurt'un sehir merkezi. Kalabalik ve sarhos gruplar biniyor yine. "Aslinda ben insanlari seviyorum, ama polislerden nefret ediyorum," diyor siyah bir genc polisin bir metre ötesinde, yüzü polise degil, kapiya dönük. Ama söylediklarinin duyuldugundan emin. Polis tepkisiz. Bu sefer yanina geliyor ve:
"Ne yapayim ha, söylesene! Bu toplumdan hic hoslanmiyorum!"
"Gidip evinize iyi bir uyku cekin!" diyor polis sarhos gence. Sinirleri alinmis gibi adamin. Provakasyona sifir prim.

Iki durak sonra iniyorum, uzun zamandir bu kadar eglenceli bir yolculuk yapmamistim. Köln treni Peron 19'da bekliyor. Bos bir kompartmana oturup hareket saatini bekliyorum.

Sunday, 6 March 2011

Frankfurt: Aksam 19:30

Zaman zaman Bati'dan esen dondurucu rüzara ragmen, baharin kokusu gelir gib oldu son günlerde. Persembe aksami isten cikip merkezdeki Haupwache Metro duragina yürürken biraz daha iliklasirsa $urup gibi olacak $u hava diye düsünüyordum ki kulagima eski bir kasetcalardan yayilirmis gibi gelen, cok tanidik bir melodi calindi. Adimlarimi hizlandirdim: "El Pueblo, Unido" sesleri arasinda kadinli erkekli cocuklu bir grup, aksam karanliginda "Özgürlük" pankartinin arkasinda toplanmislardi. Sayilari fazla degildi ve bir parca da daginik duruyorlardi. Misir ya da Libya'li olduklarini düsündüm önce, ama duruslarindaki cekingenligi bir parca da kirikligi farketmem pek zaman almadi. Iranlilardi. Bir iki dakika yanlarinda durdum. Sonra kendimi oyuna girmek isteyen bir cocuk gibi hissedip biraz uzaklastim. Sonra tekrar gelip bir parca daha yanlarinda durdum. Bir kadin gülümseyip, Farsca birsey söyledi. Almanca olarak Türk oldugumu söyledim ve ne diyecegimi bilemedigim icin de bir-iki dakika sonra "Tschüss" deyip ayrildim. Neler söylemek isterdim diye düsündüm metroda ama bir türlü dile dökemedim. Birkac ay önce gece yarisi ikide taksiyle eve dönerken Iran'li taksi söförü ile Islam devrimi sirasinda ülkeye dönen Komünist Partililer'le baslayip, Türkiye'deki Anayasa oylamasinda kadar uzanan ve nihayet taksi söförünün Türkiye üzerinden Dogu Almanya'ya kacisi, oradan Bati'ya gecince ajan suclamasi ile yargilanisini anlatmasiyla biten, biyografilerimizin gelip dayandigi durum itibariyle absürd ama sürdürülüsü itibariyle inanilmaz acik ve samimi olan onbes dakikalik sohbet geldi aklima. Ne kadar kolay ve acik gerceklesen bir iletisimdi. Nasil olup da insan bazen kendi türünü gece yarisi ikide, apayri bir cografyada ve apayri sartlarda hemen taniyabiliyor?

Acaba o taksi söförü de o insanlarin arasinda miydi? Belki de oradaydi.

Metrodan indim. Ana caddede yürürken birden sisko bir kedi geciverdi önümden. Göz acip kapayincaya kadar, vizir vizir arabalarin arasindan, boynunda cingirakli tasmasi kosup bir duvarin üzerinden bir apartmanin avlusuna atlayip gözden kayboluverdi. Bakakaldim arkasindan. "Bu aksam hersey bir baska sanki, havadan mi acaba , belki da bir cemre daha düsmüstür bugün" diyerek gülümsedim icimden. Gercekten güzel bir aksamdi. Beklenmeyen seylerin, beklenmeyen bir anda karsima cikiverdigi bir aksamdi. Gecmisten gelen bir melodonin, yildirim hiziyla önümden gecen kediyle birlikte gecmisten, hemen simdiye baglaniverdigi güzel bir ilk ilk ilk ilkbahar aksami.

Thursday, 6 January 2011

Esofman: Korkulu Rüyam

Dün cok soguktu. Sifirin altinda kac dereceydi bilmiyorum ama, insanin evin kapisindan adimini atar atmaz, yüzüne carpan soguk rüzgarla birlikte ciglik cigliga bagirmak isteyecegi kadar soguktu. Yani en azindan ben, bagirarak geri, iceri kacmak istedim. Ama caresiz ciktim yola tabii ki! Metroya kadar buzlardan atlaya atlaya yürüdügüm on dakikalik yolun sonuna gelip de, yaklasan metronun sesini duydugum icin kosa kosa istasyon merdivenlerini inip, kapi kapanmadan, son yolcu olarak kendimi iceri, sicaga atabildigimde nerdeyse mutluydum. Kendimi bos buldugum ilk koltuga atip bir iki dakika gözlerimi kapayip, sicagin yüzüme yerlesmesini bekledikten sonra gördüm ikisini. Birisi sag taraftaki kapinin yaninda, digeri ise sol taraftaki kapinin yaninda duruyordu.

Sag taraftaki koltuk degnekleri ile arkasina yaslanmis ve arkadasiyla tatli bir sohbete dalmis gibi görünen uzun boylu ve incecik görünen genc kizin jeans pantalonun bir parcasi kasigina kadar toplanmisti. Cünkü bir bacagi yoktu kizin: Olan bacaginda ise dizine kadar yükselen parlak bir cizme görünüyordu. Cizmenin topugu en az 8 santimdi ve arkadasiyla konusurken tatli tatli gülümsüyordu. Bilemiyorum, belki simdilik protez bir bacak kullanmiyordu ama durumunu, varolan tek bacagina o cizmeyi giyecek kadar iyimserlikle karsilayabilen bu gencecik kizin karsisinda hayranlik duymamam mümkün degildi: Soguk ve karanlik bir kis gününün
sabahinda karsilastigim bu mucizeye hayranlik duymamam mümkün degildi.

Sonra gözlerim diger kapinin önünde duran kiza kaydi. O ise bu sabah mucizesinin yaninda esofman giymisti. "Tabii olabilir, neden olmasin," diye gecistirebilirdim bu durumu, hatta dikkat bile etmeyebilirdim, eger ki hayatimin cesitli evrelerinde ortaya cikan esofman travmam(!) olmasiydi. Mesela doksanli yillarda Bebek, Emirgan arasinda esofmanlariyla dolasan kadin travmam(!) olmasaydi. Neydi o hakikaten? Modernlik mi? Rahatlik mi? Suni bir kendine güven tescili mi? Tabii o yillar henüz bos vakitlerin alisversle gecirildigi yillar degildi, marka yillari degildi. Ve bir esofman giyinme alip yürümüstü. En tuhafi da o esofmanlarin yaninda bir de kücük, ne ise yaradigini hic anlamadigim cantalarin tasinmasiydi. Bu kadinlar alisverise mi cikmisti, spor mu yapiyorlardi, arkadaslariyla söyle rahat rahat dolasmaya miy cikmislardi hic anlayamadim. Ama o esofmanlarin üstünde, en az o kücük, üstü yuvarlak kücük cantalari kadar
alakasiz duran makyajli yüzlerdeki anlamsizlik, bosluk ve "istedigim gibi gezerim" halinin Özal'li yillarin birikiminin patlamasi olarak gördügümü biliyorum.

Bir baska esofman travmam ise 70'li yillara kadar gidiyor. Beden egitimi derslerinde bir örnek giydigimiz lacivert, kollarinda ve bacaklarinda beyaz cizgiler olan esofmanlar. Belki o esofmanlara katlanabilirdim, eger ki o takla, kasa ve amuda kalkma üclüsünün her cocuga dayatilmasi olmasaydi. Bir türlü atlayamadigim o kasa rüyalarima girerdi. Önce o kahverengi nesneye dakikalarca uzaktan bakip, nedense okulun hep en huysuz ögretmeni olan kadina "hayir, ben yapamiyorum," deme cesaretini bulamayip, yapamayacagimi bile bile kasaya dogru kosup, sonunda da dimdik yükselen bir dagin önüne gelivermisim gibi zink diye önünde kalakaldigim o kasa! Etesi günün 3. dersinin, Beden Egitimi dersinin, carsamba aksamlarimi kabusa degilse de, tarifi imkansiz ince bir huzursuzluga cevirdigi o kasa!

Hala okullarda bütün cocuklari o kasadan atlatmaya calisiyorlar midir acaba? O kadinlar o esofmanlarina Swarovski taslari taktirmislar midir? Bütün bunlarin toplanip, hafizanin terkedilmis bir kösesinde derin bir uykuya yatarmis gibi yapip, sonra da, soguk bir kis sabahi karsilasilan o müthis mucizeye ragmen kalkip zip zip ziplamaya baslamalari da hayat ve hafizanin essiz mucizelerinden biri olabilir mi?

Hauptwache!

Sunday, 28 November 2010

Filozof Ne Demis?

Cuma aksami, yilin ilk soguk günleri, metro kalabalik. Offenbach Kickers, Braunschweig'a karsi oynayacak. Ellerinde bira siseleri, kizli-erkekli bir grup mac öncesinin heyecani ve sevinci icinde... Bunun disinda haftanin yorgunlugu havaya sinmis ama haftasonuna girmenin ferahligi agir havayi hafifletiyor. Derken bir ses duyuluyor kalabalikta: "Filiozof ne demis?" diyor bir kadin sesi. Sol omuzumun üstünden bakiyorum, sesin sahibine dogru: Uzun, ince, güzel bir genc kiz, yanindaki altmis yaslarinda, gözlüklü, göbekli adama dogru egilmis. Hepimiz bekliyoruz, hangi filozof ne demis acaba diyerek...Acaba Heidegger mi bu filozof? Belki de Sartre'dan bir alinti yapacak...Hatirlamasi bu kadar zaman aldigina göre belki de karmasik bir Wittgenstein önermesi mi hatirlamaya calistigi? Fantazinin sonu yok!


"Karanliktan kacmak yerine kücük bir isik yakmali insan!"

Iliskinin entelektüel tarafini temsil eden erkek diger dinleyiciler gibi, hayal kirikligini anlasilmaz bir nidayla gecistirince, haksizliga ugradigini düsünmüs olmali ki israr ediyor:
"Ne diyorsun?"
"Bu isiktan ne anladigimiza bagli..."
"Nasil yani?"
"Lucifer'da isik yakabilir."
"O kim?"
"Seytan!Lucifer, isik getiren demek.!"
"Nerde okudun?"

Sessizlik, caresizlik...
"Canim, bu bilinen birsey!"
"Hadi gel, bir yere oturalim!"
"Her yer dolu, yer bulamayiz!"
"O zaman biz de bir yeri isgal ederiz!"
Son sözü söylemek istemek, böyle birsey olsa gerek:"Sen cok bilgili olabilirsin ama senden güclüyüm!" Dünyanin hala Akbaba karikatürlerinin mantigina göre isliyor olmasi bir teselli olabilir mi?

Tuesday, 9 November 2010

Göc- Arkada Birakilan!

Pazartesi sabahi, Frankfurt Havaalani'ndan sehir merkezine dogru giderken hala aklimda o kadinin korku dolu gözleri vardi. Ama bunu anlatmak icin ücbucuk saat öncesine, Istanbul'a dönmem lazim:


Pazartesi sabahi Istanbul-Frankfurt 5:45 ucaginin arka siralarindaki yerime oturdugumda bir yandan geceyarisi uyanip yollara düsmekten, öte yandan da hem fiziksel hem de duygusal olarak yogun gecen iki günün görüntüleri ve izlenimleriyle yorgundum. Kitap fuariyla ve arkadaslarimla gecirdigim iki günün ardindan ve Istanbul'a her gidisimde buruk bir umutla eskiye benzer birseyler arayip bulamadigim Hisar Kahve'nin, Bebek Kahve'nin yeni görüntüleriyle yorgundum. Emirgan, Hisar arasinda kaldirima parkeden arabalar yüzünden bir santim yürünecek yol kalmamasindan ve hizla büyük bir restorana dönüsen Istanbul görüntülerinden yorgundum. Ucakta biraz uyursam o gün idare edebilirim diye oturur oturmaz gözlerimi kapatmistim. Yanimdaki ve arkamdaki koltuklar bostu. "Herhalde böyle gidecegiz" diye düsünürken 15-20 kisi daha ucaga bindi.


Ilk dikkatimi ceken son binenlerin ellerinde üzerinde IOM yazan beyaz naylon torbalarin olmasiydi. Önce belli bir kongreye giden insanlar olduklarini düsündüm ve ayni anda Arapca konustuklarini farkettim. Bir anne ve kizi 14-15 yaslarindaki kizi üclü koltugun yaninda duruyorlardi. Anne kizina, yanimi, orta koltugu isaret etti oturmasi icin. Ama hayir! Istemiyordu, annesi oturdu yanima. Bir aileydi yolculuga cikan. Baba arkamizdaki siraya, diger iki kardes de yanimizdaki siraya oturdular. Görünüslerine bakinca, önce yurtdisina cikan ya da zaten orada yasayip ülkerine gittikleri tatilden dönen bir aile diye düsündüm. Ama az sonra hostesle Ingilizce konustuklarini isittim. Almanya'da yasayan bir aile degildi. Ucak havalanmadan anneyle gülümsedik birbirimize. Bana nereye gittigimi sordu, söyledim. "Siz nereye gidiyorsunuz? dedim. "California" dedi. Ama kizi "Hayir, California degil, Detroit," diye düzeltince anne mahcup mahcup bakti yüzüme:


"Ingilzcem iyi degil, Amerika'yi da bilmiyorum."

"Ilk gidisiniz mi?"

"Evet."


Nedense "tatile mi, is icin mi?" gibi sorulari soramadim. Baska birsey vardi hallerinde. Heyecan, belki hatta bir parca sevinc ama ayni zamanda disari vurulmayan bir burukluk. Daha fazla birsey sormak istemedim.

Kemerimi bagladim ve kalkmak üzere hareket etti ucak. Anne hizlanmamizla birlikte hac cikardi , ellerini yüzüne kapadi ve öne dogru egildi. Kizla gözgöze geldik. Tuhafti bakislari. Sevecenlikten cok umursamazlik vardi gözlerinde. Kadina dogru egildim, koluna dokundum. Ellerini acti, türkce olarak:

"Kork! Kork!" dedi.

"Korkma!" dedim.

Basini iki yana salladi. Agladi aglayacak gibi bakiyordu.

"Hava güzel," dedim, "rüzgar da yok, korkma!"

Kahve servisi basladiginda yüzüne biraz renk gelmisti. Arada karsilikli gülümsüyorduk. Soran gözlerle bakiyordu. Bütün yolculuk boyunca böylece konusmadan anlastik.

Ucak Frankfurt'a havaalanina indiginde, her zamankinden farkli olarak bir anons duyuldu ucakta. Yolcularin ucagi terketmemesi, pasaportlarin hazir bulundurulmasini, Alman Polisi'nin özel olarak ucakta pasaport kontrolu yapacagi söyleniyordu. Pasportlarimiz cikarttik, Irak pasaportu tasiyordu bütün aile. Tedirginlerdi. Ilk kez, onlarin yaninda benim mavi Türk pasaportu polisin hic ilgisini cekmedi. Ucaga en son binen yolcularin pasaportlari ikiser kez gözden gecirildi. O zaman hepsinin elinde olan naylon torbalarin üzerinde IOM (International Organization for Migration) yazisini okudum. Göc ediyordu bütün aile. O "kork, kork" sözlerinin arkasindaki gercek korku, hersey yolundaymis gibi davranirken, birdenbire ucagin kalkmasiyla birlikte belki de arkada birakilanin, bilinmeyene dogru yolculugun korkusu gelip cöreklenmisti gözlerine.

Birlikte ucaktan indik. "Bye" dedi. "Selametle," dedim. "Tesekkür," dedi. Onlar hep birlikte transit yolcu salonuna dogru dönerlerken, son bir kez daha baktim arkalarindan. Kadinin adimlari yorgundu. Cocuklarinin arkasindan bir bilinmeyene dogru yavas yavas uzaklasti.


Monday, 18 October 2010

Moda!

Kadife pantalonlari, blucinleri, sirt cantalari, botlari ve bisikletleriyle vagonu doldurdular bugün. Kadinlarin saclari beyazdi: ya cok kisa keslimisti ya da gevsek bir topuz olarak arkadan tutturulmustu. Erkekler sakalliydi. Neselilerdi, birisi elma yiyor, öbürü gazete okuyor ve ama hep birlikte hararetle konusuyorlardi. 68 kusagi emeklileriydi bunlar.

Acaba sehir hayatinda "modasi gecmis" giysiler giydigini düsünen insanlar var midir? Bence pek yoktur. Cünkü anladigim kadariyla insanlar, hayatlarinda kesin bir kopus olmadigi sürece gencliklerinde ne giyiniyorlarsa yaslandiklarinda da asagi yukari ayni sekilde giyiniyorlar. Belki pacalari biraz uzayip kisaliyor, kazaklarinin renleri bir parca degisiyor ama stilleri genel cizgileriyle ayni kaliyor sanki. Yoksa yaniliyor muyum? Yoksa bu söyledigim sadece yetmisliyillarda genc olanlar icin mi gecerli? Su saclarin M.Thatcher gibi uclarindan tutup yukariya dogru kivirmis ne genc ne yasli, ya da hayat boyu yasli olmaya mahkum kadin yasi yirmiyken de böyle mi dolasiyordu acaba? 80'li yillarin mirasi mi bize bu kadin? Müzikte, ve sinemada en az sevdigim yillar 80'ler. Modada da öyle. O vatkalarin hayaleti hala aramizda dolasiyor. Bu kadin o saclariyla aramizda dolasiyor. O yillarin öne cikan yükselme hirsi giderek acimazlasarak aramizda yasiyor. Tüketici olmanin hazzinin, kendini kesfetmenin dayanilmaz cekiciliginin garip bir sekilde olaganlasmasi ile baslayip, giderek evcilleserek, otobüste, sokakta, trende az önce gördükleri kasmir kazagin güzelligini cep telefonlarinda arkadaslarina saatlerce iclerini ceke ceke anlatan yirmi yasindaki genc kizlarin gercekliginde aramizda yasiyor. Bos zamanlarinda alisverise cikan bir neslin gercekliginde aramizda yasiyor. Daha dogrusu biz onlarin arasinda yasamaya calisiyoruz.

Monday, 6 September 2010

Paralel Toplumlar

Cuma aksami 7 sulari gibi Offenbach'in merkez istasyonundaki merdivenlerden yukari cikarken yavas yavas tanidigim bir ses dolduruyor kulaklarimi. Önce ihtimal vermiyorum, sonra merdivenler yeryüzüne dogru yaklastikca daha cok emin oluyorum. Evet yanlis degil duydugum, Kuran okunuyor mikrofonla. Meydana ciktigimda karsilastigim manzara su: Onlarca masa, üzerlerinde su siseleri, icinde yemek yapilan bir cadir, coluk cocuk masalarda oturan aileler: Offenbach'ta iftar sofrasi. Az ileride 10-12 kisilik mehter takimi hazir bekliyor. Karsidan takim elbiseleriyle 7-8 adam geliyor telasla, devlet erkan-i olabilir mi? Birisi "niye bu kadar erken toplanilyor ki?" diye söyleniyor. Cay, corbaci ve ayakkabici dükkanlarinin önünden gecerek elli metre ötedeki Wilhelmsplatz'a geliyorum. Willhemsplatz'da sali, cuma ve cumartesi günleri Hessen eyaletinin en güzel pazari kurulur ve bu büyük meydanin dört yani kafe ve restoranlarla cevrilidir. Orada da Cuma aksami havasi: Fransiz, Yunan, Italyan, Alman Kafeleri, sarap barlari, restoranlar tiklim tiklim dolu. Soguk ve yagmurlu gecen bir Agustos'un ardindan gelen bu günesli günün aksaminda sakin ve neseli bir hava hakim meydana.



"Paralel toplumlar" bu olabilir mi? " Yani Thilo Sarazzin'in piyasa cikan ve göcmenler hakkinda aslinda sadece icki masasina meze olabilecek düzeydeki irkci söyleminin ülkenin dört bir kösesinde hararetle tartisildigi su günlerde arka arkaya gördügüm bu manzara bana ne anlatiyor ya da birsey anlatmali mi? Paralel Toplumlar, entegrasyon meselesinin iflasinin hedefinde gösterilen Arap ve Türkiyeli göcmenlerin Alman toplumuna hic degmeden sürdürdükleri toplumsal hayat icin kullanilan bir kavram. Icinde elestiriyi , sadece ve saf olarak elestiriyi, rahatsizligi barindiriyor. Thilo Sarrazin bu ne idügü belirsiz rahatsizligi "bu insanlarin genlerinde zeka problemi var", "bunlar bu hizla üremeye devam ederlerse Almanya kendi kendisini yok edecek" gibi ciddi irkci bir sölyemle meseleyi gündeme soktugu icin hedefte. Ben ise yedi cihanda huzur bulamayan bütün ruhlar gibi,"acaba niye bu insanlarin entegre olmalari neden bu kadar isteniyor" diye soruyorum tabii ki kendi kendime. Ben de entegre degilim, kendi ülkemde de entegrasyonum bir türlü tamamlanamdi. Bir noktaya gelip, artik durumu idare edemeyen depresiflerin ve loser'larin bütün dünyadaki sayilari da her an artiyor, onlar da entegre olamadi. Ama onlar entegre olamayinca alinan önlemler farkli, ya da disiplinin yüzyili, yani 20. yüzyil bu entegrasyon bozuklugu icin altyapiyi yeterince hazirladi, onlari nereye koyacaklarini biliyorlar ne zamandir! Ama göcmenler icin öngörülen bir disiplin altyapisi eksik kaldi büyük ihtimal gecen yüzyilda. Simdi bu konuda calisiyoruz hep beraber. Sarkozy onbinlerce Roma-Sinti'yi Fransa'dan sinir disi edivererek yolu acti. Sarazzin genlerle ugrasir oldu, resmi, "siyaseten dogru" politik yapi Sarazzin'e Merkez Bankasi'ndan istifasini dayatti, Sosyal Demokrat'lar ise partiden ihrac islemlerin baslattilar. Ama Sarazzin'in toplumun kalbindeki yeri büyüdükce büyüyor. En absürdü de günlerdir herkesi mesgul eden bu tartismalarda, sürekli kendilerinden bahsedilen bes cocuklu, basörtülü göcmen ev kadinlari bu tartismalardan habersiz yasayip gidiyorlar. Mutlular mi? Bilmiyorum.

Monday, 9 August 2010

Anna -1995

Oryantasyon bozuklugu, cografi cehalet, kültürel olarak dogrudan Bati Avrupa'ya diktirilmis bakislar da nedeni olabilir benim o zamanaki durumumu aciklayan : Yani Litvanya, Estonya, Letonya üclüsünün Baltik denizinin oralarda, ilgimin tamamen disinda, bana sanki hep uzun bir kis uykusundan bir türlü uyanamayan ülkeler gibi gelmesi.

Pazar meydaninin, cicekciler kösesinde bir bankta oturuyorum, otobüsün gelmesine daha vakit var. Bir tarafimdaki bankta yasli Italyan göcmenler var. Diger tarafindaki bankta iki kadin kirik dökük Almanca'lari ile anlasmaya calisiyorlar. "Yok," diyor bir tanesi, "Vilnius'ta oturmadik hic, köyde yasiyorduk." Vilnius adini duyunca Anna geliyor hemen aklima. Yillar önce dizboyu bir karda yürüyerek kasabanin rahibini arayisimiz...

Anna doksanli yillarda, yikilan duvarin yikintilari arasindan ne pahasina olursa olsun, yasadigi köyden, sehirden, ülkeden cikmak isteyen binlerce gencten bir tanesiydi. Cocuk bakicisi olarak Almanya'ya gelmis, yaninda kaldigi aileden gizlice üniversitenin Matematik bölümüne kaydini yaptirmisti. Birlikte Almanca ögreniyorduk üniversitede. Almanca Hazirlik bitip, bölüme kayit yaptirmak gerekince, yaptigi temizlik isleriyle ödemesinin mümkün olmadigi bir parayi bankaya yatirmasi kosulunu öne sürdü üniversite. Durum umutsuz yani. Düsünüp duruyorum, nasil bu kiza yardim edebilirim diye. Derken aklima issiz kadinlarin gittigi merkeze gidip, Erika'yi bulmak geliyor. "Erika, " diyorum,"Anna diye bir kiz taniyorum, Litvanya'li. Cok akilli , temiz kalpli bir kiz, Matematik okumak istiyor, kücük bir oda tutmus, temizlikle okul masraflarini karsiliyor ama bu istenen parayi göstermesi imkansiz, var mi aklina gelen bir care?"

Erika altmis yaslarinda, sevimli bir kadin. Düsünüyor kisa bir süre ve: "Tabii var..." diyor. "Bizim rahip Litvanya'ya yardim islerini organize ediyor. Dur, bir telefon edelim!" Ve rahipten cumartesi günü saat 10 icin randevu aliyoruz. Anna ile beraber gidecegiz.

Cumartesi günü geliyor. Nasil bir kar yagiyor. Anna'nin oturdugu sehir yaklasik 100 km uzakta. Saat ona yirmi kala camdan bakip duruyorum, "yok," diyorum kendi kendime, "bu kizin bu havada, bu saatte, buraya gelmesi imkansiz, zaten bir de günlerden cumartesi, calisan otobüsler, trenler de o azdir bugün! Zaten calisanlar da kimbilir ne kadar gecikmelidir!" Tipi giderek artiriyor hizini. Ama ona on kala sokagin basinda görünüyor Anna, kosuyor. Hemen botlarimi, paltomu giyip iniyorum asagiya. Kipkirmizi olmus soguktan, elleri titriyor, heyecan icerisinde, agladi aglayacak: "Sükran, cok geciktim, ne yapacagiz simdi?"
"Merak etme, kilise uzak degil zaten, hemen gidelim," diyorum ve tek bir insanin görünmedigi sokaklarda, daha bozulmadan, yagdigi gibi duran kari yararak güc bela ilerliyoruz tipide. Az sonra rahibin kilisenin yanindaki evinin zilini caliyoruz. Acilmiyor kapi. Anna ile kapinin önünde bekliyoruz, Anna'nin yüzüne bakmaya cesaretim yok, ya kiz bosu bosuna ümitlendiyse, ne olacak? Birkac dakika öylece bekleyip, tekrar caliyoruz zili. Bu kez "Günaydin" diyor birisi, ikinci kat penceresinden. Bakiyoruz, bornozuyla asagi egilmis, gülümseyen bir adam. Anna ile birbirimizin yüzüne bakiyoruz, nereye geldik biz? Tekrar bakiyorum kapinin üzerindeki yaziya, ev dogru, rahibin evi burasi. Zaten kilisenin bahcesindeyiz, herhalde kilisenin bahcesine Sauna, Hamam falan acmazlar! "Kusura bakmayin," diyor rahip yukaridan. "Saatin pili bitmis, uyuyup kalmisim. Hemen üstümü degistirip, aciyorum kapiyi."

Gercekten de bize asirlar kadar uzun gelen bir sürenin ardindan aciliyor kapi. Gelmeden önce Anna'yi orada birakip dönmek niyetindeydim ama birakamiyorum. Birlikte giriyoruz iceri. Baska bir dünyaya giriyoruz sanki. Neredeyse 70 metrekare bir salonun kösesinde acik bir piyano duruyor, kösedeki söminede hala kor var. Bir sicaklik carpiyor yüzümüze, her tarafta resimler asili, heykeller odaya dagitilmis. Sanki rahip lojmanina degil de Modern Sanatlar Müzesine gelmis gibiyiz. Bize kösedeki koltuklari gösteriyor rahip ve hemen konuya giriyor.
"Erika anlatti durumunuzu. Ben hicbir problem görmüyorum. Ne zamana kadar bu paranin yatirilmasi gerekiyor? Tabii size güveniyoruz." diyor ve bize "bu sogukta memnuniyetle bir fincan sicak kahve" sunabilecegini söylüyor. Gözleri piril piril, hep gülüyorlar sanki. Biz de memnuniyetle kabul ediyoruz. Rahatlamisiz.

Birkac gün sonra elinde bir hediye paketiyle cikageliyor Anna. "Ah, Anna niye zahmet ediyorsun, hic gerek yoktu gercekten!" diyorum. Vilnius'un kartpostallarini getirmis Anna. Tek tek bakiyorum hepsine. Güzel bir sehir, tabii ki bu sehrin adini bile hic duymadigimi söyleyemiyorum.

Anna'nin izini coktan kaybettim, rahip hala orad mi bilmiyorum, ama o kartpostallari hala sakliyorum ve birgün mutlaka Vilnius'a gidecegim.

Thursday, 5 August 2010

Koltuk Degnekleri, Bademcikler ve Kör Bagirsaklar

Bir süredir - gecici olarak - sadece koltuk degnekleri ile yürüyebildigimden, alisilageldik hayatimin disinda genelde sadece evde ve evin ücyüz-besyüz metre civarindaki alanda yasiyorum. Cok büyük zorunluluk olmadikca da ne otobüse ne metroyo biniyorum. Ilk günlerdeki acemiligi yensem de hala her merdiven, her girinti cikinti, sanki birdenbire önümde yükselivermis daglar gibi geliyor. Alisveris ise büyük sikinti: Süpermarketlerin kasalari, pazardaki tezgahlarin önünde para ödeyebilmek hareketlerde ciddi bir kivraklik gerektiriyor. Otobüse binmek rahat, cünkü söför yerinden kalkip yardim ediyor. Asagi yukari her metro istasyonunda asansörler var, ama her zaman temiz olduklari söylenemez. Ama en anlamadigim sey, ortopedistin kapisinin neden otomatik kapi olmadigi. Neden hastalarin zar zor o agir kapiyi itmelerinin beklendigi.

Bütün bu süre icerisinde, nadir olarak ve ölü saatlerde yaptigim otobüs ve metro yolculuklarindan ne kadar yasli bir toplumda yasadigimi anliyorum. Mesela dün ögle saatlerinde bindigim otobüste yas ortalamasinin yetmis civarinda oldugunu rahatlikla söyleyebilirim. Ve koltuk degnegi kullanmanin bu toplumda neredeyse siradan oldugunu. Ve Almanlarin sürekli dizkapaklarindan ameliyat olan bir toplum oldugunu. Büyük ihtimalle spor yapmanin yayginligindan kaynaklaniyor bu durum. Dün bir arkadasimla telefonda konusurken ona da anlattim bunlari: "Menisküsüz bir toplum galiba sizinkisi," dedim ve devam ettim:

"Türkiye'de de benim kusagimin bademcikleri yok. Yetmisli yillarda toplu olarak aldirdik bademciklerimizi hepimiz, belki o arada sinirlerimizi de aldirmisizdir!"

"Sadece menisküs degil ki! Benim kusagimin kör bagirsaklari da yok, biz de yetmisli yillarda toplu olarak aldirdik" dedi o da. Gülüstük.

Bugün pazara gitmeyi deneyecegim.

Thursday, 22 July 2010

Musil - 1914 Viyana

Robert Musil 1914 yilinda Viyana'da bir tramvayi tarif ediyor: "Isildayan, salinan bir kutu...bir makina... Kilolarca insani ordan oraya tasiyor, gelecegi sekillendiren insanlari...Bu insanlar yüz yil önce atli arabalarda ayni yüz ifadesi ile oturuyorlardi, Allah bilir yüz sene sonra nasil olacaklar, ama kesinlikle yüz sonra da gelecegin makinalarinda ayni bu yüz ifadesi ile oturacaklar!"

Muhakkak benim bu sabah metroda gördügüm insanlarin ifadeleriydi Musil'in bundan 96 sene önce öngördügü!

Saturday, 19 June 2010

"Her sabah, vızır vızır arabaların, işlerine koşan takım elbiseli insanların, gökdelenlerin arasından geçip, finans sektörünün son derece steril görünen bu dünyasındaki bir caddede yer alan bir kapıdan içeri giriyorum, asansöre binip odama çıkıyorum, masama oturuyorum, bilgisayarı açıyorum ve çalışmaya başlıyorum. Buraya kadar her şey “çok normal”, her şey çok yolunda! Düğmelerle çalışan bir dünya! Ama... Binanın bir cephesi o steril caddeye bakarken, bir cephesi de dar bir sokağa bakıyor ve başımı hemen yanımdaki pencereye çevirip de sokağa, karşıdaki binanın girişine baktığım zaman, gördüğüm şu: İnsanlar soğukta bir sığınak gibi kullanılan karşı binanın alt katındaki kafenin önüne birikmişler; iki rahibe, toplanan uyuşturucu bağımlılarına, açlara, evsizlere yiyecek, giyecek ve kahve dağıtıyor. Her gün... O insanlarla aramızda sadece panzer camlar var. Biz yukarıda, onlar aşağıda... Biz yukarıda sanki dünyada her şey yolundaymışçasına programlarımızla, analizlerimizle, grafiklerimizle uğraşıyoruz, hemen yanımızda her gün tekrarlanan bir trajedinin sessiz, umursamaz seyircileri olarak... Sanki her şey çok yolundaymış gibi, sanki bu olanlar çok olağanmış gibi, sanki hayat zaten böyleymiş gibi... Tüm bunlar olup biterken ve biz bunları kanıksamış olarak, bu hayatı delirmeden sürdürürken, bu “marazi farkı” yaşarken... Zaten parçalanmış bir hayat bu!"

diyordum. Karsima oturdu. Orta yasli, kentli bir kadin gibi pardesüsü, cantasi, kot pantalonu ve cantasiyla...Ama yüzü, bakislari...

Monday, 14 June 2010

Metroda Onur Yolculugu!

Gülse de gülmese de mavi gözlerinin ici gülüyordu. Siyah uzun bir etek giymisti. Üzerinde altin rengi simlerle islemis büyük bir cicek vardi etegin! Eskimis, solmus, solmus olsa da hala sevdigi besbelli bir kazak ve düz sandaletleri, beyaz cantasi, ojeli tirnaklari ve muhtesem elmas taklidi - belki zirkon? - küpeleri...Orada öylece oturuyordu, karsimdaki koltukta.

Annesi miydi yanindaki? Tabii, tabii, baska kim olabilirdi ki? Siyahlar giymisti anne. Siyah bir tisört, siyah bir pantolon ve siyah spor ayakkabilar. Ne küpe, ne oje, ne cicekli etekler. Sadece gümüsi gür saclari süslüyordu omuzlarini. Oglunun, saclari tepesinden cok acilmis oglunun üzerine miknatis gibi cektigi bakislari nötralize etmek ister gibi "normal", "bizi yoksayamaz misniz?" diyen donuk bakislar.

Ama o donuk bakislar ogluna döndügünde, birdenbire yumusuyordu, canlaniyordu bakislari. Aralarinda gülüyorlar, konusuyorlar ve o "sabah sabah mutluluklariyla" anne-ogul cevrelerindeki bakislardan örülmüs o haleyi sanki "cehennemin dibine" yolluyorlardi. Mutlu indim metrodan! Onurlu iki kisinin mutlulugunun isiklari az da olsa gözlerime sinmis midir?